İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi
No:40 (Mart 2009)
POSTMODERN DÜNYADA İDEOLOJİNİN DÖNÜŞÜMÜ
* H. Birsen ÖRS**
Özet
Aydınlanma döneminin ürünü olan ideolojiler, dünyayı anlamlandırma ve bireylere kimlik
kazandırma aracı olarak 19. ve 20 yüzyılın toplumsal, iktisadi ve siyasal örgütlenme
biçimlerini belirlemişlerdir. 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren özellikle Batılı,
sanayileşmiş toplumların hem üretim biçimlerinde hem de buna paralel olarak epistemolojik
düzleminde yaşanan değişim ideolojilerin de anlamında önemli bir dönüşüme neden olmuştur.
Bu yazıda, küreselleşme ve post-modernizmin, ideolojilerin hem içerik hem de pratikte
algılanış biçimlerinde ne gibi bir dönüşüme neden olduğu ele alınacaktır.
Anahtar Kelimeler: İdeoloji, Postmodernizm, Küreselleşme
Transformation Of Ideologİes In The Postmodern World
Abstract
Ideologies as the output of the age of Enlightenment which has played a functional role in
relation to economic, social and political formation of western societies especially during 19th
and first half of 20th centuries have two basic functions: establishing identities, and explaining
and construing the world. As from the mid-20th century some fundamental changes which
took place in the mode of production as well as in the modern epistemological perspective
have transformed the meaning of ideology in post-industrial societies. This paper deals with
the transformation of ideologies with regard to its content and appearance, in the age of
globalization and post-modernism.
Keywords: Ideology, Post-modernism, Globalization
***
18. yüzyıl Aydınlanma döneminin akılcı filozoflarından olan Antoine
Destut de Tracy’nin, bugün bizim “bilim”e atfettiğimiz anlama yakın bir anlam
yükleyerek “düşüncelerin bilimi” olarak tanımladığı ideoloji kavramı, o günden
* Bu yazı, 25-28 Ağustos 2008 tarihinde HFSA ve İstanbul Barosu tarafından Düzenlenin
Hukuka Felsefi ve Sosyolojik Bakışlar IV konulu toplantıda sunulan “Dünyayı
Anlamlandırma Aracı Olarak İdeoloji” başlıklı metnin yeniden düzenlenmiş halidir.
** Doç.Dr., İstanbul Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü,
Siyaset Bilimi Anabilim Dalı.
2
bugüne önemli bir değişime uğramış, altyapı-üstyapı metaforundan hegemonya’ya,
yapısalcıların “dil” çözümlemelerinden post-yapısalcıların “söylem” analizlerine
kadar uzanan uzun ve karmaşık bir serüven geçirmiştir ve halen de üzerinde
tartışılan bir kavram olarak sosyal bilimlerin önemli uğraş alanlarından biri olmaya
devam etmektedir. Bu serüvenin hikâyesi, bu yazımızın konusu değildir.1
Bu yazıda
daha çok, bir yandan insanın anlama-bilme ihtiyacına, kendi bireysel ve toplumsal
varlığını tespit etme, bir bağlama oturtma ve meşrulaştırma ihtiyacına işaret eden
ideoloji ve ideolojinin iki önemli işlevi2
; dünyayı anlamlandırma ve bireye kimlik
kazandırma işlevi ele alınacak, diğer yandan da epistemolojik sıçramalar sonucu
ideolojilerin değişimi ve buna paralel olarak dönüşen toplumsal ve siyasal
örgütlenme biçimleri üzerinde durulacaktır.
İDEOLOJİLERİN DÜNYAYI ANLAMLANDIRMA VE KİMLİK
KAZANDIRMA İŞLEVİ
İdeoloji, her şeyden önce bir dünya görüşüdür; içinde yaşadığımız dünyanın
nasıl bir dünya olduğunu bize anlatmaya çalışır. Toplumsal gerçeklik, çıplak haliyle,
insanlar için oldukça karmaşıktır ve insanın kendi başına bu gerçekliği
anlayabilmesi, açıklayabilmesi, sebepler ile sonuçlar arasında ilişki kurabilmesi ve
seçenekler karşısında rotasını belirleyebilmesi oldukça zordur. Çağlar boyunca
dinler, mitler ve gelenekler insanların yaradılışa, doğaya, tanrıya, topluma ve siyasal
iktidara ilişkin sorularını yanıtlayan inançlar ve kuralları, hazır paketler halinde
insanlara sunmuş, böylece süregitmekte olan toplumsal ve siyasal düzenin doğru,
tam da olması gerektiği gibi olduğuna dair inancı pekiştirmiş, varolanı açıklamakla
kalmayıp “daha iyi bir insan ve toplum nasıl olmalıdır?” sorusuna da yanıtlar
üretmiştir. Modern dönemin üretmiş olduğu “bilgi” anlayışının ürünü olan
ideolojiler de, bir anlamda, kendini ele vermeyen, kendi kendini açıklamayan
toplumsal gerçekliği anlaşılır hale getirme, deşifre etme işlevini gören, aynı
zamanda sosyo-politik seçenekler karşısında yol göstererek, bireyin tercih yapmasını
kolaylaştıran bir araç olmuştur. Claude Lévi-Strauss, çağdaş Batı toplumunun
yaptığı şeyin, mitos’un yerine ideolojiyi getirmek olduğunu, ideolojinin bize
toplumun haritasını verdiğini, toplum içinde hareket etmemizi ve yaşamamızı
kolaylaştırdığını söylerken, tam da bu noktaya vurgu yapmıştır. İdeoloji, insanın ve
toplulukların eline tutuşturulmuş yol haritasıdır. Bu harita, toplumsal ve siyasal
gerçekliğin ne tür ilişkiler ve kurumlar üzerine kurulduğunu, bunların doğru mu
yoksa yanlış mı olduğunu, izlenmesi gereken “en iyi yol”un ne olduğunu anlatır. Her
ideolojinin insan doğası, tarih süreci ve sosyo-politik yapı üzerine söyleyecekleri
vardır.
Diğer bir ifadeyle, her ideolojinin bir insan doğası anlayışı, tarihi anlama ve
açıklama biçimi vardır. Ayrıca her ideoloji “daha iyi” bir sosyo-politik yapıyı önerir,
hedefler veya vaat eder. Dolayısıyla ideoloji, bir inançlar, normlar, değerler
bütünüdür ve aynı zamanda “olması gereken”, “ideal” sosyo-politik modeli içerir.
1 İdeolojinin geçirmiş olduğu dönüşüm için bkz. Serpil Sancar Üşür, İdeolojinin Serüveni,
Ankara: İmge Kitabevi, 1997. 2 İdeolojilerin işlevleri konusunda bkz. H. Birsen Örs, “İdeoloji: Karmaşık Dünyayı Anlaşılır
Kılmak” Modern Siyasal İdeolojiler (içinde), (der.: Birsen Örs), İstanbul: İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yay., 2007, s.45.
3
Böyle tanımladığımız zaman, ideolojinin hem mitler, hem de siyasal kültür ile
benzer özellikler taşıdığını söyleyebiliriz. Bu nedenle de, özellikle siyasal kültür ile
ideoloji çoğu kez aynı anlamda kullanılır. Benzerliklerine rağmen, gerek mitoloji
gerek siyasal kültür ideolojiden farklıdırlar. Gerçekten de mitler ve ideolojiler
benzer bir işlev görmektedirler: anlaşılamayan karmaşık dünyayı anlaşılır kılmak.
Yine, hem mitler hem de ideolojiler, toplumun siyasal otoriteler tarafından manipüle
edilmesinde kullanılan araçlar olmuşlardır. Ancak, mitlerden farklı olarak
ideolojiler, sadece grupları değil bireyleri de derinden etkileyen, bireysel kimliğin
kazanılmasına yardımcı olan, hatta bireyleri diğerlerinden “ayıran” bir özelliğe
sahiptir. İdeolojiyi oluşturan düşünce ve inanç öbekleri arasında çoğu kez mantıksal
tutarlılık bulunması da, ideolojilerin bir başka ayırıcı özelliğidir. Zaten, ideolojileri
insanlar için çekici kılan da insan, toplum, siyaset, tarih vb. konularında
söylediklerinin birbirini destekleyen, tutarlı düşüncelerden oluşmasıdır. Toplumun
yaşamış olduğu sosyo-politik gerçekler ideoloji tarafından bir iç mantığa
kavuşturulur. İdeoloji taraftarı, ideolojisinin tutarlı, bu nedenle de doğru olduğunu
düşünerek rahatlar. İdeolojiler, özellikle bu nitelikleri nedeniyle katı ve
dogmatiktirler.
Tutarlılık, bu nedenle de yanlışlanamazlık, ideolojilerin diğer
düşünce biçimlerine tamamen kapalılığını getirmektedir.
Özellikle K. Marx’ın toplumdaki tüm zihinsel ürünleri ve faaliyetleri içine
alan ideoloji tanımı, ideoloji ile siyasal kültür arasındaki yakın ilişkiyi
çağrıştırmaktadır
3
. Ancak, ideoloji, siyasal kültürün önemli bir ögesi olmakla
birlikte, ondan ayrı ve farklıdır. Yüzyıllar boyunca toplumların üretmiş olduğu
değer, tutum, davranış, adet ve sembollerden oluşan kültür spontane bir birikimdir;
toplumlar tarafından bilerek, isteyerek, planlı bir şekilde üretilmiş değildir. Aynı
zamanda kültür, çoğu kez birbiri ile çelişen ama yan yana, bir arada yaşayan inanç
ve değer öbekleri olarak mantıksal bir iç tutarlılığa sahip değildir; olması da
gerekmemektedir. Ayrıca, kültürün geleceğe yönelik bir projesi de yoktur.
Kültür;
aile, okul gibi çeşitli toplumsallaştırma araçları ile bireylere toplumdaki yerlerini,
toplumun kendilerine biçtiği rolleri ve diğer değer ve tutumları öğreterek “kimlik”
verir. Bu kimlik, toplumun genel dünya görüşünü yansıtan bir kimliktir; bu nedenle
de “bütünleştirici”dir. Oysa ideolojiler, onları oluşturan ögeler arasında mantıksal
bir bağa ve tutarlılığa sahiptir. Geçmişi ve bugünü anlama ve açıklamaya ihtiyaç
duyduğu kadar, mutlaka geleceğe yönelik bir toplum ve siyasal düzen modeline de
sahiptir; diğer bir ifadeyle her ideolojinin bir “proje”si vardır. Bu projenin,
ideolojinin geliştirmiş olduğu insan doğası ve tarih anlayışı ile tutarlı olması
gerekmektedir. İdeolojiler spontane değildir; insan zihninin üretmiş olduğu bir
düşünceler zinciridir. Bu anlamda iradidir; bireyi ve toplumu belirli bir amaca doğru
harekete geçirme misyonuna sahiptir. İdeolojiler de, kültür gibi toplum bireylerine
kimlik kazandırır, ancak bu kimlik kültürün verdiği kimlikten farklıdır; bu,
toplumun bireye biçtiği rol ve kimlik değildir; daha geniş kapsamlı ve tutarlı bir
dünya görüşünün içinde nerede yer aldığı ve nasıl bir rol ve misyon üstlenmesi
gerektiğini içeren bir kimliktir. Bu anlamda ideoloji, “ben kimim?” sorusuna verilen
3
K. Marx ve F. Engels, Alman İdeolojisi, (çev.: Sevim Belli), Sol Y., 1992, (3. baskı); K.
Marx, Louis Bonaparte’ın Onsekizinci Brumaire’i, (çev.: Gülen Fındıklı), İstanbul, 1975; ve
Jorge Larrain, Marxism and Ideology, London, Macmillan, 1983.
4
cevaptır. Bu kimlik, bireyi toplum ile bütünleştiren değil; tersine daha küçük bir
grup ile bütünleştirerek onu toplumun geri kalanından ayıran ve uzaklaştıran bir
kimliktir. Bu kimlik, aynı zamanda pasif değil aktif bir kimliktir; bireyi harekete
geçiren, onu ideolojinin çizdiği ideal sosyo-politik düzenin kurulmasında rol almaya
teşvik eden bir kimliktir.
İNSAN-TOPLUM-BİLGİ-DÜZEN
Doğanın bir parçası olan insan, sadece doğal bir varlık, bir hayvan değildir.
Biyolojik varlığının ve bu varlığı devam ettirme isteğinin dışında, insanı insan yapan
en temel özelliği kendine ve dünyaya anlam katma arzusudur. Kendine ve dünyaya
anlam katma, bir anlamda insanın kendini gerçekleştirmesi, sadece nesnelerin değil
duyuların da dünyasına kendisini açarak düşünen ve üreten bireyin yaratılması
sürecidir. Gerek düşünsel gerek maddi olarak üretilen her ürün, onu önceleyen insan
düşüncesini ve yaratıcılığını içinde barındırdığı için doğal olan “şeyler dünyası”ndan
ayrılır. İnsan doğduğunda anlamlar dünyasını “hazır” bulur; üyesi olduğu toplum
tarafından üretilmiş ve biriktirilmiş dünyaya ilişkin “bilgi” kendisine sunulur. Yine,
üyesi olduğu toplumun ortak sembolleri ve “bilgi”yi paylaşma, bunun üzerinden
iletişim kurma ve böylece dünyadan aynı şeyi anlama aracı olarak “dil”i de hazır
olarak bulur. Dil aracılığı ile özne olarak kendini gerçekleştirir. Dil, bir yandan
düşünme, kendisini ifade etme, toplumun geri kalanı ile ortak bilgiyi paylaşma ve
iletişim kurma aracı iken, diğer yandan da insanın düşüncelerinin sınırıdır. İnsanı
sınırlayan bir diğer durum, bireyin üyesi olduğu toplumun kendisini yerleştirmiş
olduğu konumdur. İnsanı benzerleriyle bağlayan ve onu toplumdaki “yerine”
yerleştiren şey toplumda geçerli olan hukuk anlayışı, bu konumu ifade eden araç ise
toplumun ortak dilidir. İnsan ancak bu şekilde bir “özne” halini alır.
Dolayısıyla
toplumun dünyayı betimleme biçimi paylaşılan bir anlayışın ürünüdür ve her
toplumun “bilgi”sinin temelini oluşturan dogmalar vardır. Birçok toplumda “doğru
bilgi” yüzyıllarca din, gelenekler, ortak ata gibi yaradılışı ve tarihi açıklayan
dogmalar üzerine temellenmişken, 18. yüzyıldan itibaren özellikle Batı dünyasında
bunun yerini “bilim” almıştır. Bilim ve akılcılığa çoğu zaman din de eşlik etmiştir
elbette. Veya diğer toplumları “uygarlaştırma” misyonu, üstün ırkı saflaştırma
misyonu gibi çeşitli dogmalar da zaman zaman dünyanın kaderini derinden
etkilemiştir. Sonuç olarak, her toplumun ve her dönemin bir “kurucu inancı”
olmuştur. Bu inanç, dilin kullanımından bireyin toplumdaki konumlandırılmasına,
dolayısıyla hukuk anlayışına kadar toplumsal örgütlenmeyi önemli ölçüde
şekillendirmiştir. “Demokrasi”, “hukuk devleti”, “bireysel haklar”, “liberalizm”,
daha sonra “insan hakları”, “çoğulculuk”, “kadın hakları”, “azınlık hakları” ve
benzeri kurucu inançlar 20. yüzyıla damgasını vurmuştur. 21. yüzyılda bunlara
“küreselleşme”, “çokkültürlülük”, “mikro kimlikler” ve benzeri kurucu inançlar
eklenmiştir. Aynı zamanda birer slogan olan bu inançlar, bu tarihsel dönemin
“doğrusu”, “etik olanı” ve “gerçekliği”dir. Toplumsal ve siyasal örgütlenmeler bu
epistemolojik düzlemde şekillendirilmiş, bu örgütlenmeler içinde yer alan bireyler
5
de bu örgütlenmelere uyumlu hale getirilmiş; birer özne olarak toplumsal, siyasal,
kültürel vb anlamlarda yeniden yaratılmışlardır.4
İdeolojiler belirli bir epistemolojik zemine dayanırlar; “bilgi”nin “ne
olduğu”, “nasıl üretildiği”, “doğru bilgiye nasıl ulaşıldığı” sorularına verilen yanıtın
niteliği, aynı zamanda dünyayı nasıl algıladığımızı veya algılamamız gerektiğini de
belirlemektedir. Bilginin üretilme biçimi ve doğru bilgi algısı, bu algı ile uyumlu bir
toplumsal, iktisadi ve siyasal örgütlenme biçimini de üretmektedir.
İlkel dünyada
doğru bilgi doğadaki gözlemlenebilir olgular ve kabile büyücüsünün bunlara
getirdiği yorum veya üstün güçlere sahip ve çoğu kez tanrıların sözcüsü olduğuna da
inanılan liderin söyledikleridir. Antik Yunan’da düşünürlerinin çoğuna göre doğru
bilgi gözlemlenebilir evrende değildir, ancak insan düşüncesi ile ulaşılabilen
metafizik bir olgudur. Ortaçağ Avrupası’nda doğru bilgi Kutsal Kitap’ın
söyledikleridir; bu o kadar doğrudur ki, evreni anlamaya ve açıklamaya çalışmak
beyhude bir çabadır ve bu çabanın bizim öbür dünyada ulaşmayı umduğumuz yere
ulaşmamıza hiçbir faydası yoktur.
Aydınlanma hareketi ile yaşanan epistemolojik
sıçrama, geleneksel ve uhrevi dünyayı algılama biçimini rasyonel, bireyci, geleceği
kuran ve kurgulayan bir algılama biçimine dönüştürmüş ve bu dönüşümü yansıtan
(kimi zaman meşrulaştıran kimi zaman da ona tepki gösteren) ideolojiler üretmiştir.
19. ve 20. yüzyılın üretmiş olduğu ulus-devlet, vatandaşlık, insan hakları, demokrasi
gibi “doğru bilgi”, “doğru yaşam”, “doğru insan ve toplum”, “doğru devlet” kavram
ve tanımları, aslında ideolojik tanımlardır ve dönemin epistemolojisini yansıtırlar.
EPİSTEMOLOJİK SIÇRAMALAR VE İDEOLOJİLERİN DÖNÜŞÜMÜ
Bireyin doğa ve toplum ile ilişkisi, en azından iki yönü ile ideoloji ile
ilintilidir. Bunlardan birisi insanın içinde yaşadığı doğayı “anlama ve kontrol etme”
ihtiyacı, diğeri ise insanın doğa ve toplum içinde kendini konumlandırma,
tanımlama ve doğa ve toplum ile ilişkilerini “düzenleme” ihtiyacıdır. Bu karşılıklı
ilişkiler çerçevesinde, insanların doğa ile mücadelesinde en önemli sorun, doğada
meydana gelen olayları gözlemleyerek, tasnif ederek anlamak ve hayatı rahat ve
güvenilir kılmak için kontrol edebilmek olmuştur. Toplumsal ilişkilerde ise
insanların “konum”larını tanımlama, böylece hem toplumsal ve iktisadi hem de
siyasal düzlemde toplum üyeleri arasında kurulacak karşılıklı etkileşimin kurallarını
belirleme ve bu kurallara itaati sağlama, toplumsal ve siyasal istikrarın önemli bir
önkoşulunu oluşturmuştur. Bütün bu nedenlerden dolayı “bilgi”, hem doğayı hem de
toplumu kontrol etmede kritik bir öneme sahip olmuştur. Anlaşılamayan ve bu
nedenle de kontrol edilemeyen her şey insanoğlu için korkutucu olmuştur. İlk
çağlarda insanlar önce doğada meydana gelen olaylardan korkmuşlardır. Korkuyu
yenmenin tek yolu, korkulan şeyi anlamak ve açıklanabilir kılmak böylece onu
kontrol edebilmektir.
Tarihöncesi dönemlerden bugüne ulaşabilmiş mitler, bize
insanların doğa olaylarını anlamaya, açıklamaya böylece bilinmezlikten ve korkudan
kurtulmaya çalıştıklarını göstermektedir.
Açıklanamayan doğa olayları tanrıların
4 İnsanın özne olarak yaratılması konusunda bkz. Michel Foucault, Power and Knowledge:
Selected Interviews and Other Writings (ed.by Colin Godon), N.Y.: Pantheon Boks, 1980;
Deliliğin Tarihi, Ankara: İmge Kitabevi, 1992; ve Hapishanenin Doğuşu, Ankara: İmge
Kitabevi, 1992.
6
gazabı gibi bir nedene bağlanarak açıklanabilir hale getirilmiştir. Yaratılan mitler,
doğayı anlamanın yanı sıra, toplumu uyum içinde bir arada tutacak kurallar
üretmenin bir aracı olarak da işlev görmüşlerdir. Yıkıcı doğa olayları, toplumsal
kurallara uyumun bozulmasına, otoriteye itaatsizliğe tanrıların kızgınlığının bir
ifadesi olarak gösterilerek siyasal otoriteye itaat sağlanmaya çalışılmıştır. Çoğu
dinsel nitelikli bu mitler, dinsel güç ile dünyevi güç arasında bir bağ kurarak siyasal
otoriteye koşulsuz rızanın zeminini oluşturmaya çalışmıştır. Mitlerin yanı sıra, tek
veya çok tanrılı dinler de, esas itibariyle hem doğayı ve yaradılışı açıklamaya, hem
de toplum içi ve toplum-siyasal iktidar ilişkilerini düzenlemeye çalışan yazılı
ve/veya sözlü kurallar, inançlar, ritüeller bütünü olarak işlev görmüşlerdir.
İnsanlar için sadece doğayı değil, toplum halinde yaşamaya başladıktan
sonra karmaşık olan toplumsal gerçekliği anlamak, açıklamak, kontrol etmek ve
değiştirmek de önemli olmuştur. Dönemin doğru kabul edilen “bilgi”si, toplumun
anlamını, insanların bu dünyaya ve öte dünyaya ilişkin görev ve hedeflerini, toplum
içindeki yerlerini, ilişkilerin niteliklerini ve kuralları tanımlayarak toplumu ve
toplumsal ilişkileri anlaşılır kılmaktadır. Birkaç yüzyıl öncesine kadar, dinsel
kurallar ve gelenekler, “doğru bilgi” olarak kabul edilmekteydi. Toplumsal ve
siyasal gerçekliğin açıklanmasında dinin ve metafiziğin yüzyıllarca egemen olması,
büyük ölçüde toplumların durağan yapıları ile açıklanabilir.
Durağanlık, bir bakıma,
toplumsal ve siyasal istikrarın güvencesi olmuş, değişime şüphe ile bakılmıştır. Bu
nedenle, yüzyıllarca “bilgi”, “olan”ın anlaşılmasından çok “olması gereken”, bilimin
ürettiği olgusal bilgiden çok din, metafizik ve geleneklerin “inanç” üzerine kurulu
süregelen kurallarından oluşmuştur. Bu nedenle, çoğu kez dinsel bir zemin de
taşıyan klasik siyasal teorinin özelliği, çağdaş toplumsal bilimlerden farklı olarak,
toplumu anlamaya, betimlemeye ve açıklamaya değil, toplumu kurmaya, “daha iyi”
olduğu düşünülen bir toplum modeline doğru değiştirmeye yönelik olmuştur. Elbette
bu kurucu anlayış, Aydınlanma düşüncesinin ürettiği kurucu akıldan; kendi kaderini
tayin edebilen hem bugüne hem de geleceğe yönelik yaşamı kurabileceği düşünülen
insanın kurucu aklından farklıdır. Çoğu kez dinsel öğreti ve kurumlar ile ilişkili olan
klasik siyasal teorinin ürettiği “ideal” toplum ve iktidar modeli düşüncesi bazen bir
zamanlar var olduğuna inanılan “ideal altın çağ”a dönüşe, bazen de metafizik güçleri
de içeren ezeli ve ebedi devleti kurma misyonuna dayanmıştır.
Aydınlanma ve İdeoloji
Özellikle 16. yüzyıldan itibaren Avrupa’da başlayan ve giderek hız kazanan
iktisadi değişim süreci, zamanla toplumsal dokuyu, toplumsal ve siyasal ilişkileri,
inanç ve değerleri de değişime zorlamıştır. Toprağa bağımlı ekonominin paraya
dayalı bir ekonomiye dönüşmesi, katı sınıfsal yapıların çözülmesi, kırsal alanlardan
kentlere hızlı göç, mevcut meslek yapılarında değişim, yeni mesleklerin ortaya çıkışı
ve benzeri birçok toplumsal ve iktisadi değişim toplumsal statüleri olduğu kadar
siyasal statüleri de altüst etmiştir.
Ortaya çıkan yeni toplumsal ve iktisadi düzende
mitlerin, geleneklerin ve dinsel değerlerin açıklayıcı gücüne inanç giderek
zayıflamış, yeni toplumsal ve siyasal durumu açıklayabilecek, geleceğe ilişkin rotayı
çizebilecek başka bir çerçeveye, başka bir dünya görüşüne, diğer bir ifadeyle yeni
bir “bilgi”ye ihtiyaç duyulmaya başlamıştır. Toplumun üstüne “birey”i koyan ve bu
bireyi “akıl” ve siyasal iktidara karşı doğuştan sahip olduğu “doğal haklar” ile
7
donatan Aydınlanma felsefesi, bu anlamda, doğayı ve toplumu bir yeniden anlama
ve tanımlama çabasıdır. Diğer bir ifade ile, Aydınlanma ile birlikte yeni bir
epistemolojik döneme girilmiştir. İnsanın akıl yolu ile her şeyi açıklayabileceği ve
geleceğini oluşturabileceği inancı, geleneksel ve dinsel inançları kökünden sarsmış,
bu dünyanın yine bu dünyanın gözlenmesiyle açıklanabileceği düşüncesi giderek
yaygınlaşmıştır.
Bu, bireyin ve bilimin zaferi olmuştur. İlk defa Locke’un ortaya
attığı deneyci (emprisist) bilgi ile klasik bilgi teorisi zayıflamış, giderek güçlenen
modern sosyal ve siyasal teori ise, klasik siyasal teoriden farklı olarak toplumu
anlamak ve betimlemek gibi bir hedefe yönelmiştir. Anlaşılan toplumu değiştirmek
ise, teorinin değil “akıl”a sahip bireye atfedilen bir yetenek olarak anlaşılmaya
başlanmıştır. Artık kurucu olan teori değil, bireydir. Özellikle doğa bilimleri ve
sanatta büyük ilerlemeye neden olan Aydınlanma, zamanla sosyal bilimlerin de din
ve metafizikten kurtularak ayrı bir alan olarak gelişmesini sağlamıştır. Artık, siyasal
iktidar ile yönetilen ilişkisini dinsel temellere ve geleneklere dayandırmak mümkün
değildir, çünkü bunun akıl ile açıklanabilmesi mümkün değildir. Bu nedenle,
modern epistemolojik düzlemin bir ürünü olan “ideoloji” kavramının Fransız
İhtilali’nden hemen sonra, 1796 yılında üretilen bir kavram olması, bir rastlantı
değildir.5
İdeolojilerin 19. yüzyıldan itibaren yayılmaya başlaması, ideoloji ile
toplumsal değişim (bunu aynı zamanda epistemolojik değişim diye de okuyabiliriz)
arasındaki ilişkiye işaret etmekte. Değişimin sürekliliği gerçeği düşünüldüğünde,
sanayi sonrası toplum adı verilen toplumsal, iktisadi ve siyasal örgütlenme ve
düşünme biçimlerinin yaygınlaşmaya başladığı 1950’li yıllardan itibaren
“ideolojilerin sonu” olarak genel bir adlandırma ile anılan ama içinde bütün bu
değişim süreçlerinin insan düşüncesine yansımasını ifade eden akımın ortaya
çıkışını yadırgamamak gerekir. Bu tez temelde, gelişmiş ülkelerde sanayileşme,
üretimde artış ve paylaşımın nispeten daha adil hale gelmesinin bir sonucu olarak
ulusal refahın artması ve sınıflar arası farklılıkların giderek azalması ile birlikte
ideolojik farklılıkların da azaldığı görüşüne dayanır. S.M. Lipset ve Daniel Bell’in
başını çektiği bu savın destekçilerine göre6
, özellikle Batı’da, II. Dünya Savaşı’ndan
sonra bir yandan sanayileşme ve iktisadi gelişme diğer yandan sosyal devlet
anlayışının gelişimi, bu toplumlardaki sınıfsal çatışmaları asgariye indirmiştir. Bir
zamanlar ideolojik bir konu olarak algılanan iktisadi planlama, işçi örgütlenmeleri
gibi konular, birer teknik konu olarak algılanmaya başlamıştır. İdeolojik yelpazenin
uçlarında bulunan ideolojiler giderek birbirlerine yaklaşmış hatta benzeşme
eğilimine girmiştir, diğer bir ifadeyle bir zamanlar toplumların yaşadığı derin ve
çalkantılı değişim dönemlerinin sorunlarına cevap veren ideolojilerin işlevleri, bu
sorunların ortadan kalkması ile sona ermiştir. Ne Marksizm, ne liberalizm ne de
faşizm 20. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan yeni problemlere cevap olabilir.
Bu
5
18. yüzyılda ideoloji kavramının ortaya çıkışı ve anlamı konusunda bkz. H.M. Drucker, The
Political Uses of Ideology, London: Barnes and Noble, 1974; Jorge Larrain, The Concept of
Ideology, Huchinson, 1979; ve Terell Carver, “Ideology”, Terence Ball ve Richard Dagger
(ed.), Ideals and Ideologies: A Reader, (2. baskı), N.Y.: Harper Collins, 1995. 6
Bkz. Daniel Bell, The End of Ideology, N.Y.: Collier Boks, 1962; S. Martin Lipset, “Europe:
The Politics of Collective Bargaining”, (içinde) M. Rejai (ed.), Decline of Ideology, N.Y.:
Adline Atherton, 1971.
8
iddia ve büyük tepki gören bu iddianın kendisinin de bir ideoloji olduğu, Üçüncü
Dünya ülkelerinde o dönemde yaşanan toplumsal ve siyasal çalkantıların bu sav ile
açıklanmasının mümkün olmadığı ve benzeri karşı görüşler 1950’li ve 1960’lı
yılların sosyal bilimcileri arasında yaygın biçimde tartışılan konular olmuştur.
İdeolojilerin sonu iddiası, “modern toplumlar tüm sorunlarını çözmüş
toplumlar mıdır” sorusunu gündeme getirmektedir. Acaba, sınıfsal çatışma, maddi
refah farklılığı gibi problemlerini çözmüş toplumlar, insan-doğa, insan-toplum,
toplum-siyasal iktidar arasındaki ilişkilere yönelik tüm sorularını cevaplamış ve tüm
sorunlarını da çözmüş mü olacaktır? Modern sanayileşmiş toplumlar belki artık
ciddi sınıf çatışmaları yaşamıyor, ancak çok kültürlülük, çok kimliklilik, etnik ve
dinsel farklılıklar gibi aslında hep varolan ama vatandaşlık, ulus-devlet, ulusal
hukuk gibi 19. ve özellikle 20. yüzyılın kurucu inançları ile dondurulan, yok sayılan
sorunlar yeniden çatışma alanları olarak ortaya çıkıyor. Cinsiyet, din, dil, etnik
köken, bölge hatta medeniyet temelli bu kimlikler, bir zamanların milliyetçi
kimlikleri kadar güçlü olacağının sinyallerini veriyor. Üstelik bu çatışmalar sadece
ulusal düzeyde değil, uluslararası düzeyde de cereyan ediyor. Sadece modern
toplumların değil tüm toplumların yaşadığı çevre problemi, teknolojinin gelişimiyle
giderek daha da yıkıcı olan savaş gibi sorunlar da, insanların sorunlarını çözmek bir
yana üzerinde düşünmeleri ve çözüm üretmeleri gereken alanların giderek arttığını
göstermekte. Kaldı ki, insanların doğaya ve kendine bir anlam katma, ben kimim
sorusunu yanıtlama, kendisini doğa ve toplum içinde tanımlama ve konumlandırma
isteği, insanı insan yapan ve onu diğer varlıklardan ayıran bir özellik olarak var
olduğu sürece dünyayı anlamlandırma araçları üretmeleri devam edecektir. Buna biz
ideoloji diyoruz, eskiden buna gelenek, din, mit, büyü veya başka bir şey
denmekteydi. Belki yarın da başka bir şekilde adlandıracağız, ama insanın kendini
var etme ve varlığını kanıtlama aracı olarak ideolojiler hep var olacak gibi
görünmekte. Üstelik siyasal seçkinlerin de toplumları şekillendirme ve
yönlendirmede kullanacağı, varlığını ve haklılığını üzerinde yükseltebileceği bir
meşruiyet zemini olarak bir ortak inançlar bütününe ihtiyaç duyduğu da
unutulmamalıdır.
Postmodernizm ve İdeoloji
Nitekim 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Batı toplumlarında yeni bir
döneme girildiğinden, bu dönemin “sanayi sonrası”, “post-modern”, “tarih-sonrası”,
“bilgi toplumu” gibi adlarla adlandırılabileceğinden ve bu toplum modelini
karakterize eden özellikler olarak da esnek üretim ve özellikle iletişim ve
enformasyonda teknolojik gelişimden sıkça bahsedilmeye başlandı. Ancak, sanayisonrası
toplum denen ve Batı toplumlarını anlatmak için kullanılan bu model, sadece
sınaî üretim ve teknolojik gelişme ile sınırlı bir örgütlenme biçimi değildir. Bu, aynı
zamanda modern toplumun bireyinden farklı bir birey ve toplum anlayışını, farklı
kültürel bir yapıyı ve nihayet farklı bir siyaset, iktidar anlayışını da içermektedir.
“Post-modernizm” veya “post-modern durum” olarak adlandırılan bu
gelişme, aynı zamanda “küreselleşme” olarak adlandırılan bir gelişme ile paralel
ilerleyen bir süreçtir de. Kimilerine göre, bu “yeni” durum neredeyse dünyadaki tüm
toplumların topyekün yaşadıkları bir süreçtir ve küreselleşme bu sürecin iktisadi ve
9
teknolojik boyutunu, postmodernizm ise kültürel ve toplumsal boyutunu ifade
etmektedir. Bu iki boyut öylesine iç içe geçmiştir ki birbirinden ayırmak oldukça
güçtür. Ancak daha da önemlisi, bu sürecin insan yaşamının bütün boyutları
üzerinde yarattığı etkidir.7
Özellikle teknolojinin gelişimi ile toplumlararası
iletişimin giderek artmasının da etkisiyle kapitalist üretim ve yaşam biçiminin tüm
dünyaya yayılması, ve bu yaşam biçiminin değerleri olan “demokrasi”, “insan
hakları”, “sivil toplum”, “yerellik”, “yerel kimlik”, “çokkültürlülük” gibi kavram ve
değerlerin de diğer toplumlar tarafından evrensel değerler olarak kabul edilmeye
başlaması sonucu ortaya çıkan, neredeyse “homojen” bir dünya toplumunu ifade
eden “küreselleşme”, ulus-devlet, ulusal kimlik, ulusal hukuk gibi hem toplumları
diğer toplumlardan ayıran hem de içinde yaşayan bireylere kimlik kazandıran çok
sayıda kurucu inancın ve bu inancın kurduğu kurumların işlevlerini zayıflatmakta ve
varlık nedenlerini giderek ortadan kaldırmakta veya en azından şüpheli kılmaktadır.
Sanayi sonrası toplumların bir özelliği olan post-modernizm, çağdaş
toplumun giderek parçalanmasına, çoğulculaşmasına ve bireyci hale gelmesine
işaret etmektedir. Ancak burada sözü edilen bireycilik, modernitenin yaratmış
olduğu rasyonel, zamanı ve geleceğini kuran bireycilik değil, zamanı olduğu gibi
yaşayan, kültürel kimliklerinden beslenen bir bireyciliktir. Çağdaş toplumların
yaşamış olduğu bu parçalanma, bir yandan iş örgütlenmesi ve teknolojideki
değişimle ilgilidir, bir yandan da ulus-devletin ve hakim ulusal kültürlerin çöküşüyle
ilgilidir. Ekonomik, politik ve kültürel hayat, küresel dünyada meydana gelen
gelişmelerden hızlı bir şekilde ve derinden etkilenir. Bu etkilenmenin boyutlarından
biri, ulus-devletin tipik kurumlarının ve kurucu inançlarının zayıflaması, buna karşın
yerel olanın önem kazanması, ulus-altı ve bölgesel kültürlerin giderek güçlenmesi ve
kimlik belirleyici unsurlara dönüşmesidir. Örneğin, bir zamanlar ulusal politikanın
önemli unsurlarından olan kitlesel partiler yerlerini ırk, din, dil, toplumsal cinsiyet,
bölge gibi alt kültürel unsurlara dayalı yeni toplumsal ve siyasal hareketlere
bırakmaya başlar. Sınıf aidiyetine, paylaşılan çalışma deneyimine veya refah
düzeyine dayalı kimlikler çözülerek daha çoğulculaşmış ve özelleşmiş kimlikler
ortaya çıkar. “Ulusal kültür” düşüncesi bu alt kültürlerin saldırısına uğrar ve farklılık
politikası önem kazanır. Bu durumda kimlik, üniter veya özsel değil, değişime açık,
kaygan ve çok katlıdır. Bu anlamda post-modernizm (post-modern toplum) yerel ile
küreseli birbirine bağlantılandırır. Bir yandan ekonomi, teknoloji, üretim, kültür
uluslararasılaşır (küreselleşir), diğer yandan da küresel gelişmeler ulusal yapılara
etki ederek “üniter” olanı, “ulusal” olanı eritir, yerel olanları besler. Mikro
milliyetçilik, bölgecilik, toplumsal cinsiyet post-modern toplumun giderek güçlenen
akımları haline gelir.
7
Küreselleşme, Post-modernizm ve toplumların politik, kültürel, düşünsel, iktisadi ve hukuki
yapıları üzerine etkileri konusunda bkz. Krishan Kumar, Sanayi Sonrası Toplumdan Postmodern
Topluma: Çağdaş Dünyanın Yeni Kuramları, Ankara: Dost Kitabevi Yay., 2004 (2.
basım); Raymond Williams, İkibin’e Doğru, İstanbul: Ayrıntı Yay., 1989; Stuart Hall ve
Martin Jacques, Yeni Zamanlar: 1990’larda Politikanın Değişen Çehresi, İstanbul: Ayrıntı
Yay., 1995; David Harvey, Postmodernliğin Durumu, İstanbul: Metis Yay., 2006 (4. basım);
ve J.F. Lyotard, Postmodern Durum: Bilgi Üzerine Bir Rapor, İstanbul: Vadi Yay., 1990 (3.
basım).
10
Post-modernlik, modernliğin tipik kurumlarını, yaşam biçimlerini, düşünce
biçimlerini tersine çevirir, bozar. Örneğin, modern toplumun tipik bir özelliği olan
kentleşme, post-modernizmin kırsallaşma hareketi ile çözülmeye başlar. Elbette bu,
post-fordist üretim biçimi ile bağlantılıdır, ancak kırsallaşma üretim biçimi ile değil
doğala yakınlaşma, komşuluk ilişkilerini tekrar kurma, tikel kültürlere sahip çıkma,
bir yere/bir şeye ait olma ethos’u ile açıklanır/meşrulaştırılır.
Yerelliğin bu yeniden
keşfi, modern öncesi toplum biçimine bir dönüş değildir; fakat yeni üretim biçimi ile
uyumlu bir toplumsal örgütlenmeyi sağlamaktır. Bu örgütlenme biçiminde büyük
anlatılara, ideolojilere, uğrunda savaşılacak davalara gerek yoktur. Hayat olduğu
gibi yaşanır. Tarih kesin çizgilerle ayrılamaz, dolayısıyla insan da hiçbir tarihsel
döneme ait değildir; herkes biraz ilkel, biraz modern, biraz da post-moderndir ve bu
anlamda tüm tarihsel dönemler birbirine eşittir, biri diğerine tercih edilemez.
Dolayısıyla tarih, kendimizi içine yerleştireceğimiz bir insanlık tarihi hikâyesi
değildir. Bu anlayış, zaman algısını değiştirdiği ve zamanı önemsizleştirdiği kadar,
kolektif bellek duygusunu da yok etmektedir. Geçmişi, kökeni ve geleceği olmayan
bir ebedi şimdi dünyası, dünyayı bütün görmeyi mümkün kılan bir merkez veya
perspektifi de imkansız hale getirmekte, modern toplumsal, politik, iktisadi kültürel
vb. örgütlenme biçimini ve bu biçime anlam katan kurucu ögeleri yok etmektedir.
Modernitenin kurmuş olduğu ulus-devlet biçimindeki örgütlenme modelini
ve bu modelin üzerine oturduğu hukuk anlayışını kemirerek yok eden postmodernizmin
önemli bazı sonuçları olmuştur. Bunlardan birisi, meşru şiddet
tekelinin ulus-devletin elinden kaymaya başlamasıdır
8
. Bir diğeri ise, ulus-devletin
egemenlik işlevinin giderek daralmasıdır. Bu durum, çok sayıda yeni ideoloji, din,
kimlik ve değer temelinde çatışmaları artırmış; siyaset ile savaş arasındaki ayrım
giderek bulanıklaşmış ve Hardt ve Negri’nin işaret ettiği gibi savaş neredeyse kalıcı
bir toplumsal ve uluslararası ilişki biçimi halini almıştır
9
. Meşru şiddetin temeli de
değişmektedir; bu temel yasallıktan uzaklaşıp ahlaka ve özgürlük, demokrasi, insan
hakları, çoğulluk gibi değerlere göre belirlenir bir hal almaya başlamıştır. Üstelik bu
değerlerin koruyucusu olarak artık devletin değil toplulukların gündeme gelmesi,
savaş ve şiddetin hakim toplumsal ve uluslararası ilişki biçimi oluşunu da
kolaylaştırmaktadır. Ulusal ve uluslararası hukukun gerilemesi ve bunun yerine
küresel ve emperyal bir hukuk biçiminin yükselişi, giderek sınırları ve kim ya da ne
tarafından düzenlendiği, örgütlendiği ve kurala bağlandığı belli olmayan “gri
alanlar”ın ortaya çıkmasına neden olmaktadır
10. Dolayısıyla, geçmişi ve yaradılışı
anlatan, geleceği kurgulayan büyük ideolojiler ortadan kaybolmaya, bunların yerini
geçmiş ve gelecekle ilgilenmeyen, genel bir açıklama derdinde olmayan, anlık,
değişken ideoloji ve inanç öbekleri ve bunlar etrafında örgütlenen siyasal ve
toplumsal hareketler almaya başlamıştır.
Dolayısıyla, iddia edildiği gibi ideolojiler
son bulmamış, hatta daha çok sayıda ideoloji ortaya çıkmıştır. Bunlar klasik
ideolojilerden farklıdırlar; evrensel açıklamalar üreten ideolojilerden çok küçük,
parçalı, kimlikler ve değerler üzerine kurulu ideolojilerdir. Klasik anlamda, mevcut
toplumsal ve siyasal düzeni dönüştürmeyi amaçlayan ideolojiler, öncelikle teoriyi
8
M. Hardt ve A. Negri, Çokluk: İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi, İstanbul: Ayrıntı
Y, 2004, s.43-50.
9
M. Hardt ve A. Negri, age, s.29-35. 10 Alain Minc, Yeni Ortaçağ, Ankara: İmge Y., 1995.
11
inşa ederler ardından bu teoriye uygun bir pratiği öngörürler. Modern dönemin
ideolojileri, bu anlamda birer toplum mühendisliği örneğidirler. Oysa post-modern
ve küresel çağda ideolojiler teoriden değil, eylemden itibaren türemektedirler.
Özünde teoriye ve teorileşmeye karşı oluşları nedeniyle, çoğu da eylem düzeyinde
kendini sürdürmektedir. Belirli bir ideolojiye değil tümden modern örgütlenme
biçimlerine muhalif olan post-modern hareketler etnik, dinsel, bölgesel, düşünsel vb
çeşitliliği içinde barındıran, her türlü teorik bağımlılıktan uzak eylemler biçiminde
ortaya çıkmaktadır.
Bu bakımdan, post-modern çağdaki ideolojiler modern çağın
ideolojilerinden farklıdır, bu nedenle de bunları alışık olduğumuz ideolojilere
yaklaştığımız gibi yaklaşarak anlamak oldukça zordur. Ancak burada, ideolojilerin
yok oluşundan değil, geçirmiş olduğu radikal bir değişimden söz etmekteyiz.
İdeolojiler hala varlığını sürdürmekte, insanlar için hala dünyayı anlamlandırma,
kimlik verme, toplumsal ve siyasal rotayı belirleme işlevlerini yerine getirmekte
ancak bunu, kendisini çağdaş toplumların üretmiş olduğu yeni “bilgi” anlayışına,
toplumsal, siyasal, iktisadi vb örgütlenme biçimlerine uygun bir dil ile yapmakta.
Dolayısıyla, post-modern epistemoloji yeni bir insan, yeni bir toplum ve
yeni bir dünya tasarlamakta ve bu tasarıma uygun ideolojileri ve düzen anlayışını da
geliştirmektedir. Akla, bilime ve bireye büyük inanç duyan, tarihi döngüsel değil
çizgisel dolayısıyla gelişmeci bir bakışla gören, kültürü toplumsaldan, kutsalı
dünyasaldan, bilimi dinden farklılaştıran, bilimci, çözümlemeci, akılcı ve antiromantik
moderniteye ve bunun ürettiği birey, toplum, hukuk anlayışına karşı; çok
kimlikli, yerel, parçalı, karmaşık, kaygan, hareketli ve gri alanların giderek arttığı
post-modernizm yükselmekte, ulusal ve uluslararası hukuk gerilemekte, bunun
yerine küresel ve emperyal bir hukuk biçimi yükselmekte. Sonuç olarak, dünyanın
tek bir anlamı bulunmamaktadır. Dönemin epistemolojisi dünyaya nasıl bir anlam
yüklüyorsa, dünyanın öyle bir anlamı olmakta ve bu anlama uygun bireysel ve
toplumsal kimlikler ve bu anlama uygun siyasal iktidar biçimleri gelişmekte.
Ancak bu, bizim, postmodernizmin insan ve toplum kurgusunu ve iktidara
ilişkin tavrını eleştirmemizi engelleyen bir durum değil. Postmodernizme ilişkin
düşünülmesi gereken noktalardan birisi, “düşünce” ve “eylem” bütünlüğünü
parçalaması, düşünceden önce eylemi temel alarak insanları “öz”den yoksun
“eyleyen” olarak tanımlaması. Arendt’in “tefekkür ile eylem arasındaki ilişkinin
tersine dönmesi” olarak tanımladığı bu durum11, “düşünce” ile “yapma” arasındaki
bütünlüğü parçalayarak eylemi anlamsız bir deneyim haline getirmekte, hatta “özne”
olmadığı için eylemi de ortadan kaldırmakta. İkinci nokta ise, postmodernizmin
iktidar karşısındaki tutumu ile ilgili. Postmodern tavır, eşitsiz bir dünyada her şeyi
eşit görerek iktidarı ve hiyerarşiyi görünmez, dolayısıyla eleştirilemez kılmakta. Bir
yandan her şeyin eşitlendiği diğer yandan özsüz bireylerin düşünceden bağımsız
olarak eylediği bir dünya, ancak iktidarın işine yarar. Teoriden (düşünceden)
yoksunluğu, postmodernizmi ideoloji olmaktan alıkoymamaktadır.
Tersine;
postmodernizm, sahip olduğu insan doğası ve tarih süreci anlayışı ve sosyo-politik
örgütlenme projesi ile tam da bir ideolojidir; ancak projelendirdiği dünyaya kişiyi
11 Hannah Arendt, İnsanlık Durumu, İstanbul, İletişim Y., 1994.
12
varlığı ile değil görüntüsü ve eylemi ile dâhil etmesi, insanı tarih ve siyasetin dışında
bırakmaktadır.
KAYNAKLAR
• Arendt, Hannah, İnsanlık Durumu, İstanbul, İletişim Y., 1994.
• Bell, Daniel, The End of Ideology, N.Y.: Collier Boks, 1962.
• Carver, Terell, “Ideology”, Terence Ball ve Richard Dagger (ed.), Ideals
and Ideologies: A Reader, (2. baskı), N.Y.: Harper Collins, 1995.
• Drucker, H.M., The Political Uses of Ideology, London: Barnes and Noble,
1974.
• Hall, Stuart ve Martin Jacques, Yeni Zamanlar: 1990’larda Politikanın
Değişen Çehresi, İstanbul: Ayrıntı Yay., 1995.
• Hardt, M. ve A. Negri, Çokluk: İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi,
İstanbul: Ayrıntı Y, 2004.
• Foucault, Michel, Power and Knowledge: Selected Interviews and Other
Writings (ed.by Colin Godon), N.Y.: Pantheon Boks, 1980.
• Foucault, Michel, Deliliğin Tarihi, Ankara: İmge Kitabevi, 1992.
• Foucault, Michel, Hapishanenin Doğuşu, Ankara: İmge Kitabevi, 1992.
• Harvey, David, Postmodernliğin Durumu, İstanbul: Metis Yay., 2006 (4.
basım).
• Kumar, Krishan, Sanayi Sonrası Toplumdan Post-modern Topluma:
Çağdaş Dünyanın Yeni Kuramları, Ankara: Dost Kitabevi Yay., 2004 (2.
basım).
• Larrain, Jorge, The Concept of Ideology, Huchinson, 1979.
• Larrain, Jorge, Marxism and Ideology, London, Macmillan, 1983.
• Lipset, S. Martin, “Europe: The Politics of Collective Bargaining”, (içinde)
M. Rejai (ed.), Decline of Ideology, N.Y.: Adline Atherton, 1971.
• Lyotard, J.F., Postmodern Durum: Bilgi Üzerine Bir Rapor, İstanbul: Vadi
Yay., 1990 (3. basım).
• Marx, K. Louis Bonaparte’ın Onsekizinci Brumaire’i, (çev.: Gülen
Fındıklı), İstanbul, 1975.
• Marx, K. ve F. Engels, Alman İdeolojisi, (çev.: Sevim Belli), Sol Y., 1992,
(3. baskı).
• Minc, Alain, Yeni Ortaçağ, Ankara: İmge Y., 1995.
• Örs, H. Birsen, “İdeoloji: Karmaşık Dünyayı Anlaşılır Kılmak” Modern
Siyasal İdeolojiler (içinde), (der.: Birsen Örs), İstanbul: İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yay., 2007, s.45.
• Üşür, Serpil Sancar, İdeolojinin Serüveni, Ankara: İmge Kitabevi, 1997.
• Williams, Raymond , İkibin’e Doğru, İstanbul: Ayrıntı Yay., 1989.