Gizemli Uygarlıklar

 


Klovis(Clovis) Uygarlığı

Tarih: M.Ö. 11500
Bölge: Kuzey Amerika
Klovis kültürü hakkında pek yeterli bilgiye sahip olmasak da bu topluluğun vaktiyle Kuzey Amerika’da yaşadığını söyleyebiliriz. Klovis uygarlığı, ismini New Mexico’daki Clovis kentinin yakınlarında bulunan bir arkeolojik alandan alıyor. Bu alanda 1920’lerde taştan kesici aletler ve kemikler bulunmuştu.
Bu topluluğun, buz devrinin sonlarına doğru Bering Boğazı’ndan geçerek Sibirya’dan Alaska’ya geldiği düşünülüyor.


Klovis’in Kuzey Amerika’daki ilk uygarlık olup olmadığı halen bilinmiyor ve tarih sahnesinden bir anda kaybolup gidiyorlar. Bunun nedeni de tartışılan bir başka konu elbette ki. Aşırı avlanma sonucunda kendi besin kaynaklarını mı tüketmişlerdi acaba? Yoksa iklim değişikliği, bir hastalık ya da yırtıcı bir hayvan istilası mı sonlarını getirmişti? Ya da belki de bu kültür diğer yerli Amerikan kabileleri arasında eriyip gitmiştir.


Bunlar düşünülen tüm ihtimaller; ama daha önce de belirttiğimiz gibi bu ani yok oluşun nedeni henüz netlik kazanmış değil.
Klovis kültürüne ait olduğu düşünülen araç gereçler, oluklu ve keskin bir baş kısmı olan kendine has bir şekle sahip. Bu araç gereçlerin bulunduğu alanda yoğunlukla mamut kalıntılarının da olması arkeologları, Klovis topluluğunun mamut avında oldukça yetkin olduğunu düşünmeye sevk ediyor. Kalıntılar göz önüne alındığında, bu uygarlığın toplamda 125 farklı tür bitki ve hayvan tükettikleri iddia ediliyor.



Cucuteni-Trypillia Kültürü


Tarih: M.Ö. 5500 – 2750
Bölge: Ukrayna ve Romanya
Cucuteni-Trypillia olarak bilinen uygarlık Neolitik dönem Avrupası’nın en kalabalık topluluğuna sahipti. Dünya üzerinden gizemli bir şekilde kaybolan bu medeniyetin vaktiyle 15 bin gibi bir nüfusa sahip olduğu düşünülüyor.


Cucuteni-Trypillia, çömlek işçiliğindeki yetkinlikleriyle ön plana çıkan bir kültür. Çömlek ve vazolarındaki sarmal motif ve dekoratif öğeler bu kültürün karakteristik özelliklerinden biri olduğu düşünülüyor. Bu topluluğun her 60 ya da 80 yılda bir kendi köylerini yakıp küllerinin üzerine köylerini yeniden inşa etmek gibi garip bir ritüelleri vardı. Bu uygulamanın nedeni bilim insanları arasında halen tartışılan bir konu.


Ana tanrıça etrafında şekillenen ve anaerkil bir toplum yapısına sahip olduğu düşünülen bu uygarlığın dünya üzerinden ani kayboluşlarının nedeni iklim değişikliği sonucunda yaşanan büyük bir kuraklık olduğu düşünülüyor. Cucuteni-Trypillia uygarlığının geçim kaynağının büyük oranda tarım olduğu da göz önüne alındığında yok oluşlarını açıklayan bu son teorinin güç kazandığını söyleyebiliriz. Günümüzde, bu topluluğa ait olduğu iddia edilen toplam 3 bin arkeolojik alan bulunuyor.


Bir tarım topluluğu olan Cucuteni-Trypillia’nın beslenme biçimleri de dikkat çeken bir diğer unsur. Bulgular bu uygarlığın, buğday, çavdar, yulaf, kenevir ve darı yetiştirdikleri ve bu ürünleri mayasız bir çeşit ekmek yapımında kullandıkları düşüncesini destekliyor. Bu topluluğun aynı zamanda üzüm, bezelye, fasulye ve kayısı yetiştirdikleri biliniyor. Tarımın yanında hayvancılıkla da ilgilenen bu uygarlığın büyük baş hayvan tüketimi de beslenme biçimlerinin bir kısmını oluşturuyor.


İndus Vadisi Uygarlığı

Tarih: M.Ö. 3300 – 1300
Bölge: Pakistan
İndus Vadisi Uygarlığı, günümüz Pakistan ve Batı Hindistan bölgelerini kapsayan oldukça büyük ve tarihin en önemli antik uygarlıklarından biriydi. Kullandıkları dil henüz deşifre edilmediği için bu medeniyet hakkında çok da yeterli bir bilgi sahibi olamıyoruz.


Fakat, içlerinde Harappa ve Mohenjo-Daro şehirlerinin de bulunduğu yüzlerce yerleşim yeri inşa ettiklerini ve bu yerleşim birimlerinden her birinin kendi kanalizasyon sistemi olduğunu biliyoruz. Sınıfsız ve ordusuz bir yapıya sahip olan bu uygarlığın astronomi ve tarımda oldukça geliştiğini söyleyebiliriz. Ayrıca bu topluluğun pamuklu kıyafet üretimi yapan ilk medeniyet olduğu biliniyor.


4 bin 500 yıl önce ortadan kaybolan bu uygarlığın varlığı 1920’lerde ilk kalıntılar bulunana dek bilinmiyordu. Yok oluş sebepleri tam olarak bilinmese de Hagar-Hakra nehrinin kuruması ve sıcaklıkların düşmesi gibi çevre koşullarındaki çeşitli değişikliklerin buna neden olduğunu iddia eden birkaç teorinin varlığından söz edebiliriz. Bir diğer teori ise bu topluluğun M.Ö 1500 yılında Aryanlar’ın işgali sonucunda yeryüzünden silindiğini iddia ediyor.


Bu uygarlığın, bulunduğu bölgeyi daha verimli hale getirebilmek amacıyla bazı tarım teknikleri geliştirdiği biliniyor. Çoğunlukla buğday, arpa, bezelye ve pamuk üretimiyle meşgul olan bu topluluğun aynı zamanda kedi, köpek, büyükbaş hayvan ve domuzları evcilleştirdiği de iddia ediliyor. Arkeolojik kazılarda bulunan kalıntıların çoğunluğunu üzerinde insan, hayvan ve tanrıça Şiva figürlerinin bulunduğu mühürler oluşturmaktadır ve bu uygarlığın aynı zamanda Mısır ve Mezopotamya medeniyetleriyle de ilişki içerisinde bulunduğu bilinmektedir.

Harappan Uygarlığı (MÖ. 3000 – MÖ. 1700) (İndus Vadisi): Güneydoğu Asya’daki en eski uygarlıktır. MÖ. 3000 dolaylarında kurulduğu düşünülen uygarlığın döneminde, 5 milyon kişiyi içinde barındırdığı düşünülmektedir. Bu sayı o dönemki dünya nüfusunun %10’una tekabül etmektedir. Şehir altyapısı, metalurji dükkanları ve dönem içerisinde düşünüldüğünde dev sayılabilecek yapı faaliyetleri ile üzerinde pek çok tartışma bulunan bu uygarlığın sadece insanların nasıl devasa bir uygarlık kurdukları değil, nasıl 5 milyonluk dev popülasyonun besin ihtiyacını sağladığı dahi bir muammadır.


Girit Uygarlığı

Tarih: M.Ö. 3000 – 630
Bölge: Girit

20. yüzyılın ilk dönemlerinde keşfedilen Girit uygarlığına ait ortaya çıkarılan kalıntılar bu güçlü medeniyet hakkında bize bilgiler sunuyor.


Buluntuları göz önünde bulundurarak bu uygarlığın M.Ö. 1600’lü yıllarda doruk noktasına ulaştığını söylemek mümkün. Bu topluluk var olduğu süre boyunca birçok şehir ve saray inşa etmiş ve bu yapılar zaman içinde git gide daha da karmaşık bir hal almıştır. Knossos Sarayı bu uygarlığa ait olan kalıntıların en güzel örneği olarak kabul ediliyor. İçinde birçok avlu ve odayı barındıran ve bu sebeple bir labirenti andıran sarayın, efsanevi kral Minos için inşa edildiği düşünülüyor.


Saray, Girit uygarlığının başkenti Knossos’ta bulunuyor, bu antik kentteki arkeolojik kazılarda çıkarılan objelerden en ünlüsü yılanlı ana tanrıça figürüdür ve bu figür Girit ile özdeşleşmiştir.


Bulgular, bu patlamanın tüm bitki yaşamını yok ettiğini ve bu nedenle Girit uygarlığının hayatta kalamadığını göstermektedir. Patlama aynı zamanda topluluğun gemilerini de yok etmiş ve büyük bir kıtlığa sebep olmuştur. Bir diğer teori ise Girit uygarlığının Mikenler tarafından işgal edilmesi sonucu tarihe gömüldüğünü iddia ediyor.


Giritlilerin çoğu ticaretle uğraşmışlardır. Böylelikle uygarlığın etkileri Girit adasının sınırlarını aşmış Kıbrıs’a ve Akdeniz kıyılarını takip ederek Anadolu’ya kadar ulaşmıştır.


Maya Uygarlığı


Tarih: M.Ö. 2600 – M.S. 1520
Bölge: Orta Amerika

Maya uygarlığı, gizemli bir şekilde ortadan kaybolan medeniyetlere klasik bir örnek teşkil eder. Müthiş anıtları, şehir ve yolları Orta Amerika’nın ormanları tarafından deyim yerindeyse yutulmuş bir haldedir.


Nüfusun çoğu küçük köy ve yerleşim yerlerinde yaşardı. Mayaların dili ve gelenekleri günümüzde hala yaşamaktadır; ancak medeniyetlerinin zirve noktasına M.S. 1000 yıllarında ulaşılmıştır. Mayaların olağanüstü mimari yapılarının inşası da bu döneme denk geliyor.


Kaybolan uygarlıkların en görkemlilerinden biri olan Maya uygarlığı, kendi yazı biçimlerini oluşturmuş, matematik alanında uzmanlaşmış, bir takvim geliştirmiş ve kendi piramit ve taraça tarımlarını yapmak amacıyla mühendislikte oldukça ileri bir seviyeye ulaşmışlardı. Klasik bir Maya şehrinin mimari prensibinde saraylar, piramit şeklindeki tapınaklar, seremoni merkezleri ve astronomik gözlem binaları olmazsa olmazlar arasında sayılabilir. Mayalar kendi tarih yazımlarını gerçekleştirmiş ve bu kayıtları tuttukları kitapların günümüze yalnızca üç örneği ulaşmıştır. Bu kayıtlardan geri kalanlarının ise İspanyollar tarafından yok edildiği iddia edilmektedir.


Bu medeniyetin neden ortadan kaybolduğu ise arkeoloji ve tarih dünyasındaki en büyük tartışmalardan biridir. İç anlaşmazlıkların yarattığı sorunlar ve 900’lü yıllarda meydana gelen iklim değişikliği ve buna bağlı olarak gelişen kıtlık bu topluluğun şehirlerini terk etmesine sebep olduğu iddia edilmektedir.


Miken Uygarlığı

Miken Uygarlığı
Tarih: M.Ö. 1600 – 1100
Bölge: Yunanistan

Girit uygarlığının aksine, Mikenlerin etki ve imparatorluklarını hem ticaret hem de fetihler ile neredeyse tüm Yunanistan bölgesini kaplayacak şekilde genişlettiğini söyleyebiliriz.


Miken medeniyetinin M.Ö. 1100 civarında ortadan kaybolmadan önce tam 5 yüzyıl süresiyle bölgede güçlü bir hakimiyet kurduğu iddia ediliyor.


Truva Savaşı’nda Yunan ordusunu yöneten Kral Agamemnon gibi birçok Yunan miti bu uygarlığın etrafında gelişmiştir. Mikenler, arkalarında birçok kalıntı bırakan hem kültürel hem de ekonomik açıdan zengin bir uygarlıktır.


Tam olarak neden yok oldukları bilinmese de işgal, deprem ya da köylü ayaklanmalarının buna sebep olduğunu iddia eden birkaç teori bulunuyor.


Olmek Uygarlığı

Tarih: M.Ö. 1400
Bölge: Meksika

Bu gelişmiş uygarlığın ilk izleri milattan önce 1400 yılına dayanmaktadır. San Lorenzo şehrinin Olmeklerin en önemli üç merkezinden biri olduğu ileri sürülmektedir, diğer ikisi ise Tenochtitlan ve Potrero Nuevo’dur.


Olmekler mimari açıdan oldukça usta kabul ediliyorlar, devasa taşların kullanıldığı oldukça büyük anıtlar bu iddiayı kanıtlar niteliktedir. Olmekler, Mezoamerika kültürlerinin başlangıcı olarak kabul görüyor. Olmeklerin yazı sistemi geliştiren, pusulayı icat eden ve Mezoamerika takvimini bulan o bölgedeki ilk medeniyet olduğu düşünülüyor.


Bunlar dışında, bu uygarlığın kan alma tekniği geliştirdiği, insan kurban ettikleri ve aynı zamanda sıfır rakamını ilk kez kullandığı biliniyor.


19’uncu yüzyılın ortalarına kadar keşfedilmeyi bekleyen bu uygarlığın sonunu volkanik patlamalar sonucu oluşan iklim değişiklikleri ve zararlı tarımsal faaliyetlerinin getirdiği iddia ediliyor.


Nebati Uygarlığı

Tarih: M.Ö.600
Bölge: Ürdün

Nebatiler, bugün Ürdün, Filistin ve kuzey Arabistan’ı kapsayan bölgede M.Ö. altıncı yüzyıldan itibaren gelişmiş bir uygarlıktır.


Sami topluluğu Ürdün Dağı’nı kazarak uygarlığın en nefes kesici eseri olan Petra şehrini inşa etmişlerdir. Aynı zamanda bu uygarlık, hidrolik ve karmaşık yapıdaki kanalizasyon sistemlerindeki yetenekleriyle de biliniyorlar. Bu yeteneklerinin onlara çöl gibi kurak bir bölgede gelişme olanağı sunduğu da tartışılmaz bir gerçek.


Günümüze hiç yazılı kayıt ulaşmadığı için onların kültürleri hakkında ne yazık ki yetersiz bir bilgiye sahibiz. Fakat bu gelişmiş uygarlık, coğrafi konumlarının da etkisiyle değerli metal, demir, çelik, ipek, baharat gibi birçok ürünün ticaret ve ulaşımında aktif bir rol oynamıştır.


O zamanın diğer uygarlıklarından farklı olarak, Nebatilerde kölelik mantalitesi yoktu, şehirdeki herkes bir işin ucundan tutmayı görev bilirlerdi.
Nebatiler, milattan önce 4’üncü yüzyılda Petra’ı terk etmişler; fakat bunun nedenini net olarak henüz hiç kimse bilmiyor. Eldeki bulgular, bu terk ediş süresinin acele olmadığını ve belli bir zaman aldığını göstermek de, bu da bizlere bir çeşit göç hikayesi sunuyor olabilir.


Aksum(Axum) Krallığı


Tarih: M.S. 100
Bölge: Etiyopya

Milattan sonra birinci yüzyılda kurulan Aksum İmparatorluğu, günümüz Etiyopya’sını içeren bir bölgede bulunuyordu. Efsaneye göre bu bölge, Kraliçe Şeba’nın doğduğu yer. Aksum doğal kaynaklar açısından da zengin oldukça önemli bir ticari merkezdi.


Roma İmparatorluğundan Hindistan’a birçok bölgeye altın ve tarım ürünü ihracatı bu uygarlığın en önemli faaliyetlerinden biriydi. Kendi para birimini kullanan ilk Afrika medeniyeti olarak da bilinen Aksum Krallığı, oldukça zengin bir topluma ev sahipliği yapıyordu.

Bu medeniyetin en önemli kalıntıları arasında Aksum dikili taşları gösterilebilir, devasa büyüklükteki bu oyulmuş obeliskler, kralların ve soylu ailelerin cenaze törenlerinde önemli bir rol oynuyorlardı.


324 yılında kral II. Ezana döneminde bu krallık Hıristiyanlığı resmi din olarak benimsemiş ve bu sebeple kültürlerinde Hıristiyanlığın etkileri baskın olarak görülüyor.


Bir efsaneye göre, Yahudi kraliçe Yodit tarafından bu krallık yıkılıyor, kilise ve kitapları da yıkılıp yakılıyor.


Khmer İmparatorluğu (Kimmerler)

Tarih: M.S. 1000 – 1400
Bölge: Kamboçya

Khmer İmparatorluğu kaybolup giden uygarlıkların en güçlülerinden biri olarak görülüyor. İmparatorluk, Güneydoğu Asya bölgesinde, günümüz Kamboçya’sının da topraklarını içeren bir bölgede kurulup gelişmiştir.


Başkent Angkor, Kamboçya’daki en ünlü arkeolojik alanlardan biri olarak kabul görüyor. Kalabalık bir topluma sahip olduğunu söylemek de yanlış olmayacaktır


çünkü Khmer İmparatorluğu’nun nüfusu bir milyona kadar çıkıyor. Bu uygarlık, Hinduizm ve Budizm gibi çeşitli dinleri benimsediği için kültürel bir zenginliğe sahiptir.


Bu topluluk birçok tapınak, kule ve ihtişamlı yapılar inşa etmiştir, Angkor’daki tanrı Vishnu’ya ithaf edilen tapınak en meşhurlarından biridir. Birden çok faktörün bir araya gelmesi sonucu Khmer İmparatorluğu yeryüzünden silinmiştir.


Chavin Krallığı (MÖ. 900 – MÖ. 100) (Peru)

Prekolombiyalı diye adlandırılan kültürlerin başlangıcında bulunur. Peru’nun yüksek And Dağları’nın tepelerinde yaşamışlardır. Peşinden gelen tüm kültürler onların anlayışını takip etmişlerdir. Krallığın yıkılışı ise tam bir gizemdir.


Saudeleur Hanedanlığı (MS. 1100 – MS. 1600) (Mikronezya)

Pasifik’te küçük bir ada olan Pohnpei’de yaşayan halk, tam bir ilkel yaşam içerisinde bir hayat sürmekte iken bir grup insan tarafından onları yönetme görevi devralınır ve hanedanlığın başkenti olan Nan Madol kurulur. Oldukça ufak bir insan grubundan oluşan hanedanlıktaki yapı faatliyetleri ise iş gücünün ve zamanın oldukça ötesindedir. Bazılarının ağırlıkları 50 tonu geçen bazalt taşlar  taşınmış ve bunlardan bir şehir kurulmuştur.





Paskalya Adası Uygarlığı

Dünyanın en gizemli adası olarak kabul edilen Paskalya Adası, araştırmacıların yüzyıllardır süren çalışmalarına rağmen sırlarını saklamaya devam ediyor. Adanın tarihi ve barındırdığı medeniyetler hakkında çok sayıda teori ortaya atılıyor. Ancak, kıyı şeridi dev antik heykellerle kaplı adanın on bin yıl öncesine uzanan karanlık tarihi hala aydınlanmış değil. Eski çağlarda “Dünyanın Merkezi” olarak adlandırılan ve antik uygarlıkların nasıl yok olduğuna ait sırlar barındıran adanın gizemi çözülemeyecek gibi görünüyor.

Paskalya Adası, bugün üzerinde ağaç kalmamış volkanik bir kara parçası. Tahitili denizcilerin 1860’lı yıllarda Rapa Nui adını verdikleri ada, Şili kıyılarından 3 bin 600 km açıkta bulunuyor. Bu özelliğiyle, dünyanın karaya en uzak noktası unvanına sahip.

Paskalya Adası’nın gövdesini 507 metre uzunluğundaki Terevaka yanardağı oluşturuyor. Doğusundaki Poike ve güneyindeki Rano Kau yanardağlarıyla üçgen şeklini alan ada, okyanus tabanından yükselen 3000 metre yüksekliğindeki bir yanardağdan farksız.

Paskalya bayramı arifesine denk gelen 5 Mayıs 1722’de, Hollandalı denizci Jacob Roggeveen Paskalya Adası’na ayak basan ilk Avrupalı oldu. Ada modern günümüzdeki ismini böyle aldı. Roggeveen ve denizcileri, dört bir yanı dev insan heykelleriyle dolu adada yaşayan yerlilerin neredeyse çıplak olduğunu gördü. Akıllarına gelen ilk şey, yüzlerce heykeli bu ilkel insanların yapmış ve kıyıya dizmesinin imkansız olduğuydu. 

PASKALYA ADASI’NIN YÜZ YILLARDIR ÇÖZÜLEMEYEN SIRLARI

GİZEMLİ HEYKELLERİN ÖYKÜSÜ
Norveçli kaşif Thor Heyerdahl, 1950’lerde Paskalya Adası’nda Güney Amerikalı yerlilerin yaşamış olduğu iddiasını ortaya attı. Ancak, adada bulunan kemikler üzerinde yapılan DNA analizleri, halkın Pasifik Okyanusu’ndaki adalardan gelen Polinezyalılara ait olduğunu gösterdi.

Bir mezarda yapılan karbon testi ise adaya ilk olarak 318 yılında ayak basıldığını ortaya koydu. O yıllarda, Paskalya Adası’nın çok sayıda kuşun yaşadığı gür ormanlara ve verimli topraklara sahip olduğuna inanılıyor. Gıda kaynaklarının bol olduğu adanın nüfusu artınca, halk kendine özgü din ve sanat kültürünü oluşturdu.

Adanın temel kültürü moai heykelleriydi. Bu heykeller, adanın çevresini yaklaşık 1.5 km aralıklarla çeviren “ahu” adındaki taş platformlara dikildi. İlk zamanlarda, adanın çevresini saran yaklaşık 250 ahu üzerinde 288 moai bulunuyordu. Ayrıca, 600 moai adanın dört bir yanına dağılmış bir halde tamamlanmadan bırakıldı. Ortalama bir moai’nin 4,5 metre uzunluğunda ve 14 ton ağırlığında olduğu düşünüldüğünde, bu heykelleri kıyı şeridine çekebilmek için 50 ile 150 kişinin çalışması ve çok sayıda ağaç gövdesi kullanılması gerekiyordu.

ADA MEDENİYETİNİN SONU

Tamamlanmadan bırakılan moailer
Tamamlanmadan bırakılan 600 moai, Paskalya Adası’ndaki medeniyetin nasıl sona erdiğini gösteren en önemli ipucu oldu. Araştırmacı Jared Diamond’a göre, Paskalya Adası’na ilk ayak basan insanlar, yüzyıllar sonra adanın kaynaklarını tüketme noktasına getirdi. 15’inci yüzyılın başından itibaren adadaki ormanlar yok oldu, verimli topraklar erozyona uğradı, ırmaklar kurudu ve kuşlar adayı terk etti. 

Tarımın çökmesi, balıkçıların tekne yapacak ağaç bulamaması ve vahşi hayvanların telef olması, ilk önce kıtlığın, ardından yamyamlığın ortaya çıkmasına neden oldu. Sonuç olarak Paskalya Adası toplumunu bir arada tutan liderler ve dini sınıf aç kalan halkın üzerindeki kontrolünü yitirdi. 17 ve 18’inci yüzyıllarda yaşanan klan savaşları ada nüfusunu iyice azalttı, moai’ler hasar gördü. Son olarak, Avrupalıların suçiçeği ve dizanteri getirdiği adada, halk hastalıklardan öldü, bir kısmı öldürüldü, diğerleri ise köle edildi ve medeniyet çöktü.

“CENNETE BAKAN GÖZLER”
Ortodoks arkeologlar, Paskalya Adası’na ilk kez denizde kaybolan Polinezyalıların 318 yılında ayak bastığını kabul etti. Ancak gizemli ada üzerinde yapılan araştırma sayısı arttıkça, yeni teoriler ortaya atıldı. Bunlardan bir tanesi, Paskalya Adası’nın çok daha büyük bir toprak parçasının geride kalan kısmı olduğu ve binlerce yıl öncesine uzanan bir tarih sakladığı.

Üç araştırmacı, Graham Hancock, Colin Wilson ve Rand Flem-Ath, Paskalya Adası’nın Dünya’da kutsal bir coğrafyayı temsil ettiğini öne sürdü. Onlara göre, gizemli adanın tarihi eski çağlarda yaşanan büyük sel felaketlerinin öncesine rastlıyor.

Hancock, “12 bin yıl önce buzullar henüz erimemişken, okyanuslardaki su seviyesinin 100 metre daha alçak olduğunu ve Pasifik bölgesinde And Dağları kadar uzun adalar zinciri bulunduğunu” iddia etti. Hancock ve meslektaşlarına göre, Paskalya Adası aslında büyük kısmı sular altında kalmış bir kara parçasının tepesi.

HANCOCK’UN ELİNDEN KUTSAL YERLERİN MATEMATİKSEL KONUM HESAPLARI
Rapa Nui isminin yanı sıra, Paskalya Adası’nın antik isimlerinden biri “Te-Pito-O-Te-Henua”. Anlamı, “Dünyanın Merkezi”. Bir diğer ismi de “Mata-Ki-Te-Rani”, yani “Cennete Bakan Gözler”. Bazıları, günümüz araştırmacıların göz ardı ettiği mitolojik bilgiler dikkate alındığında, Paskalya Adası’nın binlerce yıl önce var olan ve gözlemevleriyle gökyüzünü araştıran antik bir uygarlığa ev sahipliği yaptığını öne sürüyor.

Hancock, “Cennetin Aynası” adlı kitabında, Paskalya Adası’nın büyük tufanlardan önce yaşamış bir uygarlığın evi olduğunu ve çok önemli bir konuma sahip olduğunu belirtti. Bu özel konum, dünyadaki kutsal yerlerin matematiksel yerlerini mükemmel bir şekilde gösteriyordu.

ANTİK GÖZLEMEVİ AĞI
İki diğer araştırmacı, Christopher Knight ve Robert Lomes, Paskalya Adası’nın konumunun neyi ifade edebileceğini araştırdı. “Uriel’in Makinesi” adlı kitaplarında, Paskalya Adası’nın “küresel bir gözlemevi ağının parçası olduğunu” belirttiler. Onlara göre, bu gözlemevleri gelecekte yaşanacak meteor çarpmaları ve yer tabakalarının hareketiyle gerçekleşecek felaketleri önceden tespit etmek için kullanılıyordu.

Efsanevi Atlantis Uygarlığı

Ortaya atılan teori şuydu: Efsanelerde anlatıldığı gibi M.Ö 13 ve 8’inci yüzyıllar arasında yaşanan sel felaketleri, buzulların erimesinden kaynaklanmadı. Tersine, sayısız uygarlığı yok eden felaketlerin nedeni, kozmik cisimler ve kuyruklu yıldızlardı. Bu felaketler ise şunlardı:

1- Atlantis’in sular altında kalmasına neden olduğu düşünülen sel felaketinin yaşandığı M.Ö 9600’da, kozmik bir cismin Güneş Sistemi’nden geçmesi Dünya’da çok büyük depremlere neden oldu.

2- M.Ö 7640 yılında Dünya’ya yedi kuyruklu yıldız çarptı. Çarpmanın etkisiyle hızı saatte 700 km’yi bulan, 5-8 km uzunluğunda dalgalar, yanardağ patlamaları ve depremler tüm Dünya’yı sarstı.

Sonuç olarak, Yontma Taş Devri’nin öncesine rastlayan bu iki olay, bir zamanlar kıyı bölgelerine kurulu şehirleriyle Pasifik Okyanusu’nda var olmuş bir ada uygarlığını da yok etmiş olabilir. Yani Rapa Nui’yi.

Tüm bu bilgiler, 12 bin yıldan daha eski bir tarihte sel sularıyla yok olduğu düşünülen Mu ve aynı kaderi paylaşan Atlantis’in yanı sıra, her ikisine benzeyen bir diğer önemli medeniyetin daha var olmuş olabileceğini gösteriyor. Birçok antik uygarlık gibi, gökyüzünü anlamaya çalışmak için astronomi alanında çok gelişmiş olduğunu tahmin edebileceğimiz bu uygarlık, Pasifik Okyanusu’nun binlerce metre derinliğinde saklı olabilir.


ÇATALHÖYÜK

Çatalhöyük sakinleri, bildiğimiz kadarıyla sırra kadem basan ya da kaybolan çok eski bir Neolitik medeniyetti. Günümüz Türkiye’sinde, MÖ 7500’den 5700’e kadar son derece erken uygarlıklardan farklı olarak, kerpiç konutlarda yaşadılar.

Bu özel grup, dinde son derece sanatsal bir düzeydelerdi, büyük duvar resimleri boyadılar ve bugün sanat meraklılarını şaşırtan adanmışlıklarını simgeleyen büyük tapınakları diktiler. Tarım alanında etkinlerdi ve yiyecek olarak tahıl ve diğer mahsulleri yetiştiriyorlardı.

Araştırmacılar her gün bu grupla ilgili yeni gerçekleri ortaya çıkarmaya devam ediyorlar, bu yüzden belki de yakında onlara tam olarak ne olduğunu net olarak öğrenebileceğiz, fakat şu andan itibaren, muhteşem binaların boş kabukları ve görünüşte terk edilmiş izlenimi veren benzersiz evlerin iskeletleri var.

Kaybolmalarının gizeminin büyük bir kısmı, zamanla yok olmalarıdır. Devam etmemiz gereken, edebi referanslar olmadan fiziksel kanıtın kendisini aramak. Yer altı sığınaklarını andıran çukurlar, bir binanın zeminin altındaki iskeletler, ibadethane olarak kullandıklarını düşündürdü, ancak şu anda gerçekten ne olarak kullanıldıklarını bilmiyoruz.



RAPA NUİ

Muhtemelen kaybolan kültürlerin en ünlüsü olan Rapa Nui halkı, Paskalya Adasının asıl sakinleriydi ve bize muhtemelen hepimizin gördüğü ünlü heykelleri bıraktılar. Polinezya halkı, ülkeden 3.500 kilometre uzakta olmasına rağmen şu anda Şili’ye ait olan adada yaşıyordu.

Uzaklığı nedeniyle, orijinal RapaNui’lilerin oraya nasıl ulaştığı, neden ortadan kayboldukları kadar gizemli. Peki neden kayboldular? Aşırı kaynak tüketimi nedeniyle sebebin açlık olabileceği düşünülüyor.

Paskalya Adası’nın ekosistemi’ nin fareler tarafından imha edilmesi de etkiliydi. Ayrıca, RapaNui’nin yeni bir yerleşim için binlerce mil uzakta bulunan başka bir uzak adaya gittiğine de inanılıyor. (Paskalya Adası’ ndaki RapaNui’ nin torunları bugün Şili’ de yaşıyor.) Gerçek, göz önünde bulundurulan birçok açıklamanın bir birleşimi olabilir.


MİNOSLULAR

Yunanistan’ın Girit adasından bizi selamlayan Minoslular, M.Ö. 3000 ile 1000 yılları arasında, Atina’nın Altın Çağı ve Büyük İskender’in çok eski dönemlerinden kalma eski bir Bronz Çağı uygarlığıydı.

Minoslular açık bir şekilde Yunan kültürünün ve bugünkü tarih kitaplarımızda bulunan meşhur antik Yunanistan’ın öncüleriydi ve aynı zamanda pagan olan bu topluluk, hayvan kurban etmek, adaklar yakmak gibi birçok farklı kültüre sahiptiler ve şarkı ,danslar eşliğinde vahşi, orgastik festivaller yapıyorlardı.

Eski Mısırlılar onlardan hiyerogliflerde bahsediyorlar, yani Minoslular antik dünyada kesinlikle buralarda dolaşıyorlardı ve yüksek kaliteli teknolojiler ve etkileyici sanatsal özelliklere sahiplerdi – ama sonra azalarak kayboldular.

Teoriler Girit’teki Santorini adalarındaki volkanik bir patlamayla, dalgaların, külün, yağmur taşlarının ve daha fazlasıyla Girit kıyılarının tahrip edildiğini öne sürdüler. Ünlü Yunan tarihçisi olan Herodot, bu halkın veba ve hastalıklar tarafından yok olduklarını yazmıştır, ancak Herodot’un bu adanın halkları kaybolduktan yüzyıllar sonra yazdığı gibi nasıl olduğunu söylemenin hiçbir yolu yok.


ANASAZİLER

Kuzey Amerika Güneybatı’nın Anasazi kültürü, ortadan kaybolmadan önce bizler için birçok yapı ve eseri geride bıraktı.

Belki de Güneybatının kalbinin acımasız iklimi ya da suya erişim söz konusu olduğunda, koşulları yaşanmaz hale getiren şey iklimin değişmesiydi, ama burada da sorun ortadan kaybolan bir grup insandı. Uçurum kenarlarına inşa edilen devasa yapılar tamamen terk edilmiş ve nispeten bozulmamış durumda bulunmuştur.

Bu yapılar, davetsiz misafirleri engellemek için mükemmeldi, zira genellikle merdivenlerden giriş için pencereleri olan çok sayıda katlar vardı.

Savaş patladığında, Anasazi yapılarına tırmanabilir, merdivenleri kaldırabilir ve istilacı kabilelerin onlara ulaşmalarını engelleyerek düşmanlarına ateş açabilirlerdi. Yerli Amerikalı kabilelerin yanı sıra bazı alimlerAnasazi’nin aslında hiçbir zaman ortadan kaybolmadığını iddia ediyor;

Bir toplumun kaçınılmaz olarak daha küçük gruplara ayrılmadan önce ortaya çıkabileceği ve eski Roma gibi, yeni insan grupları haline geldiği kritik boyut kitlesine henüz ulaştığını söylüyorlar. Bugün hayatta kalan bazı kabilelerin Anasazi halkının doğrudan torunları olduğuna inanıyorlar.



NABTA PLAYA

Günümüz Mısır’ının güneyindeki NabtaPlaya antik halkı, bölgede yaklaşık 11.000 ila 6.000 yıl öncesinden beri var olan ve o dönemde yaygın olarak göçebe olan Neolitik bir gruptu. Nabta Playa havzasının iklimi, mevsimsel kaymaların yıl boyunca bazı noktalarda bol su ve diğerlerinde de tam bir kuraklık sağladığı ziyafet ya da kıtlıktan biriydi.

Sonunda halk yerleşti ve bölgeye medeniyet taşıdılar. İklim değişikliği, bu noktada bölgeyi neredeyse tamamen kuru kuma dönüştürdü, bu da taştan bir daire gibi kaybolmadan önce buradaki insanların geride bıraktıklarını korudu.

Taş daire, kabaca yıldızlarla çok farklı şekillerde uyum içindedir ve engin yeraltı mağaralarında hayvan kalıntıları bulunduğundan, tanrılara fedakarlık yapmak için bir cennet haline gelmişti. Stonehenge’i inşa edenler gibi, orada yaşayan insanlar da sonunda azaldı ve sonra tamamen ortadan kayboldular.








_______________
Kaynaklar: cnnturk.com, arkeofili.com, arkitera.com, beyinsizler.net, 

0 comments:

Yorum Gönder