Sonbahar Benim Köyüme!..




Çok.. çok uzun bir yazı oldu. Lütfen kendinizi töhmet altında hissetmeyin. Kimseyi hesaba çekmeyeceğim yazımı sonuna kadar okumadığı için. 


Kucak dolusu sevgilerimle istirham ediyorum :)) 


↓↓↓↓↓


Bu benim klasik deyişim: "Sonbahar En Çok Benim Köyüme Yakışır..."


Sararan yaprakların zeminde bıraktığı retrovari sinerji ve yoğun yorgun dalların, bilhassa kavak ve meşe ağaçlarının gökyüzünü delen muazzam otokrasisi..


Evet bu yazımda köyümü anlatacağım.


İnanın hiçbir sanat ögesi yedirmek ya da süslü söyleyişler katmak düşüncesinde değilim. Ama benim köyüm o kadar güzel ki, güzel olan her şeyi bir şekilde üstüne çekiyor.



Köyüme aşığım ben ya! Onu siz yaşamadınız. Orada sizin çocukluğunuz yok. 


O patikalardan terleyene kadar siz koşturmadınız ve o organik bostanların kıpkırmızı domateslerini, yeşilin en dibini elmalarda, ceviz karasını ellerinizde, üzüm tahını boğazınızda hissetmediniz mesela (üzümün tahı gerçekten acı olur ama taze tanelerin arasında karışıp da hüplettiyseniz vay halinize).


Yani bir şekilde köyümden bahsetmek istiyorum anlıyor musunuz?


Yine konuya ortadan başladım. Giriş-gelişme-sonuç tekniğini yerle bir eden kalasımtrak yazılar yazıyorum. O kadarı da olsun be hocam. Amacım edebiyat yapmak değil ki.



Mesela beni bir siyaset adamı zannetmemelisiniz. Beni bir gazeteci de değilim, hâ keza edebiyatçı hiçç değilim.



Sanatı çalışmalarıma işlerim, ama daha çok resimlerime.



Yani ki.. 


Yazmak benim her şeyim. Lütfen yazılarımı okurken, ki okumanıza da ısrarcı olmuyorum, biliyorsunuz, onlardan kılı kırk yaran artistik ve metaforik olgunluk beklemeyin. Üslubumun bozukluğu ve beynimin -delik-deşikliği- yazlarıma da yansıyor.



Fakat iki tezatı, yazmayı sevme hissiyatını ve fakat bunu beceremiyor oluşu birlikte barındırıyorum kendimde.


Yani, özetle.


Lütfen asalete namzet yazılar beklemeyin benden.


Hele ki, sevdiğim, duygularımı katıksız belirtmek üzere olduğum yazılarda hiç, hiç beklemeyin benden kibarlık.


***


Köyüm diyordum. 


Bakın ben şehirde büyüdüm.(Boomm!!!..!!....!.!!!..) 


:)))


O kadar çok köyümü anlatıyorum ki, beni bir "köy çocuğu" sanmanız gayet normal.


İşte bendeki köy edebiyatı daha çok oraya bir özlem, hasret unsuru barındırıyordu içerisinde. Doyamamıştım köyüme yaa.


Şu an da köy öğretmenliği yapıyorum Anadolu'nun yitik bir coğrafyasında. Buranın köyünü de hayran hayran izliyorum. Tarlaları, patikayı, tentün eden çelimsiz ağaçları(Şanlıurfa pamuğa elverişli olduğundan yerel halk ağaca değil ekine yatırım yapıyor), keçileri, golden kırması köpekleri ve daima gülümseyen çocukları ile başlıbaşına bir köy burası: Pekmezli..



Bu huy bana babamdan geçmiş. Annemde de var yeşile olan tutkunluk. Ama babamı tutamazdınız mesela Gaziantep'te. Bir şeyleri bahane eder haftada bir illa ki köye götürürdü bizi.


Belki evin en küçük çocuğu olduğum için üstüme köyde fazla iş bindirmediklerinden olacak, köyümü bugün hep güzel, rahat edilesi, eğlenesi bir yer olarak hatırlıyorum.


Ama ablalarım, abim çok yorulurdu. 


Annem ve babam köyde yetişmiş. Babam şehirde okumuş ama ailesi köyde yaşıyormuş. Bir sürü zorluk, emek.. Gurbet her türlü zordur Arkadaşlar. Ve babam da "gurbetlik" çilesi çeken, o zamanlardaki nadir insanlardan.


Sonra gerçekten, hamd olsun iyi bir işe girdi. Memurluğu reddetti ve Tedaş'ta işçi statüsünde çalışmaya devam etti. Boşverin ya bundan bahsetmeyecektim :))


Annem 10 yaşında babamsa liseye geçmesiyle şehir hayatına adapte olmuşlar. Hayırr olamamışlar. Ve bu bir şekilde nesilden nesile bize de sirayet etti.


Şu an, neredeyse bütün mallarımızı satmış olmamıza rağmen 2-3 ayda bir bir şeyleri bahane edip gidiyoruz köyümüze.


Ha, Burç Köyü'dür.. Gaziantep Şahinbey İlçesine bağlı. Belde olacaktı. Oldu. Sonra kendini geliştirince tekrar ilçeye bağladılar Burç Köyümüzü.


Gaziantep Antik Roma zamanının öne çıkan şehirlerinden biridir. İşte ben bunu ne zaman idrak ediyorum?!..


Bizim Köyde birinci elden antik Roma kalıntılarına ulaşınca!..


Şaka yapmıyorum sahiden. Özellikle "Kale" dedikleri bölgede o kadar çok antik esere rastlıyorsunuz ki. Ayağınıza küp, tabak, çanak parçaları çarpıyor tepede rastgele gezinti yaparken.


Ve ben, işte yeşilin, suyun, tarihin, doğanın, aile sıcaklığının buram buram tüttüğü böyle bir atmosferde büyüdüm!


Bazı şeyler hiç tesadüf değildir bana inanın. Babam bodur, aşısız palamut ağaçlarının arasında gezinti yaparken bize tarih anlatırdı. Sonra bakardınız bir anda muhabbet fiziğe sapmış! Elektrikçi ya babam. Bir şekilde bir benzerlik bulurdu fizikle doğa arasında.


Onu çok, babamı çok dinlerdim ya. Dikkatle dinlerdim. Ama her zaman sohbet etmek isterdi bizimle. Ancak yapacak ödevlerimiz olurdu ya da kendimize zaman ayırmak isterdik. Bu sefer onu ihmal ettiğimizi düşünüp kızardı.


Rahmetli babacığım gerçekten iyi bir insandı. Biz bilememişiz, çocukmuşuz o zamanlar.


Şimdi bazen düşünüyorum: O eski çocukluk yıllarımı verseler, kimseyi, ama kimseyi. 

Ama... 

Samimi anlamda hiçkimseyi kırmaz üzmezdim. Kimse üzülmesin istiyorum bu dünyada ya. Birinin canı yansa benim damarlarıma bir ok saplanıyor.


Biri üzülse ben acıyorum. Biri bir şeyden yakınsa suçlu ben miyim diye soruyorum kendime.


İşte, babam da hayatta olsa. Onun o damarlı ellerini tutar, hiç bırakmazdım. "Beni istediğin yere götürebilirsin!" derdim. Babam gezmeyi de gezdirmeyi de çok severdi. Ama hep bizim işimiz olurdu.

Gitmezdik, sonra bize kızardı.


Konu köyden sapıyor. Ama rahmetli babamla Burç Köyümüz o kadar yakın nöronlarına tutunmuş ki beynimin, birinden bahsedince gayri ihtirayi diğerini de hatırlamış oluyorum.


Bakın ben şehir çocuğuyum, doğrudur; ama köyde bir evimiz vardı ve her hafta muhakkak giderdik. Cumadan gider pazar akşamı dönerdik. Gidemediğimiz haftalarda hayıflanır "Bu hafta köye gidemedik!.." derdik.


Bazen gidecek olurduk, babam götürmezdi.


Bazen yeni dünürleri(o zaman yeniydi), akrabaları, komşuları da götürürdük bizim köye. Bizimkiler benim kadar kazma değil misafirperverler. Severler misafir ağırlamayı. 


Ben de severim canım, sevdiğim insanlarla vakit geçirmeyi. Kuzenlerime düşkündüm mesela o zamanlarda. Anneme babama resmen yüzümün suyunu döker yalvarırdım: "Baba nooolllurr Esen de bizimle gelsinn... Sümeyra da gelsin nolur noolluurrrr.."


Şansımız yaver giderse ebeveynler iki kuzeni birlikte bırakırlar/salarlardı bize. Yok biraz kızdırmışsak ikisinden birine (genellikle Esen'e) razı olmam gerekirdi.


Yeğenlerim biraz büyüyünce bu cümbüşe onlar da katıldı. Diyorum ya ben evin en küçüğüydüm. Bende kardeşlik bağı acayip zayıftır. Yeğen ve kuzen kozmosu daha stabildir bende (ne diyorsun Ruk?!).


İnanmayacaksınız ama.. Sanırım yeğen ve kuzenlerimin arasında kendimi kardeşlerimle olduğundan daha rahat hissediyorum. O "son çocukluk" var ya o "son çocukluk"..


İnsanın omzuna kambur gibi yapışır, hiç gitmez.


Şimdi bile (alt yazı geçiyorum: 32...) hâlâ çocuklarıyla vakit geçireyim diye anne babaları arada bana paslıyor. Fakat bu adı konmamış akitten tüm taraflar son derece mutlu. Yeğenlerimle ilgilenince mutlu oluyorum ve onlar da fark ediyor: "Beş dakika sonra onları başka bir yerlere refere etmeyeceğimi"...


Bu çocukların, yeğenlerimin anne babalarının çok işi var hep çok.. Ama ben sonuna kadar dinlerim onları. Benim işim yok ki onlardan başka. "La olm biz boşuna mı evlenmiyoruz?!" demeyeceğim şimdi. Ama siz anlayın. 


Bir tane ömrüm varsa eğer, neydüğü belirsiz bir gerizekâlıya heba etmektense yetmiş bin defa yeğenlerime harcamayı yeğlerim ben. Çünkü buna değiyor, anlıyor musunuz?


Konu bayağı saptı köyümden.


Mesela O Bahsettiğim Derme Çatma Köy Evi de Çok Önemlidir Benim İçin. Hâlâ rüyalarımda görüyorum o evi ya. Bu anlatılmaz bir duygu. Bu beni çıldırtıyor emin olun. Çok özlüyorum o evi, o evde saklı anılarımı...


Şimdi onun yerinde yeller esiyor. Üst katını yaptırmışlar. Sekisini(teras gibi düşünün) kapatmış bahçeyi oda yapmış, duvarını sıvayıp boya yapmışlar üzerini.


Kavaklarımızı kesmişler be! İzansız sahipleri. Bari onlara kıymasaydınız!..


Köydeki evimizi sattığımız insanlar yapmış bunları.


Son zamanlarda (Ben 10 yaşımı geçiyordum..) oldukça eskimişti bizim ev. Tadilat gerekiyordu. Babam müteahhitlik işlerini severdi. Alım-satım yani.


Esentepedeki o evimizi onarmak yerine onu sattı. Yenisini aldı. Biraz oturduk sonra onu da sattı.


Karışık mı? 


Yani Esentepe'deki o çocukluğumu geçirdiğim evi sattık. İğdeli Pınar dediğimiz yerden bir arsa aldık. Buraya ev yaptırdık. Sonra içinde birkaç sene oturup burayı da sattık. Sonra babam Antepyolu dediğimiz bağda prefabrik tek göz oda inşa etti ve hâlen köye gidip gelmelerimizde bu "tek göz oda"yı kullanıyoruz. İçerisinde bize yetecek kadar kap-kacak var.

***

Bu arada, kültürümüzü yansıtmak adına özellikle halis Türkçe kelimeler kullanıyorum. Özbek Türkçesi hakimdir bizim yörede. Yaşar Kemal'in eserlerinde sık rastlarsınız bu tarz halis Türkçe sözcüklere. İşte ben de ondan örnek aldım :))


Hâsılı Kelam biz Esentepe'deki evi sattık ama Rukiye unuttu mu oradaki anılarını?


Hayır tabii ki! Unutmak hiç mümkün olmuyor inanın. Benim nispeten yalnız geçen bir çocukluğum oldu. Köyde arkadaşlarım vardı ama sıklıkla kendi kendime oynardım. Hayali arkadaşlarım olurdu. Öğretmen olurdum. Demeç verirdim. ("Şimdi yaptığın gibi mi? :-|")..


Şu an hatırlıyorum, önümde bir topluluk varmış da onlara konuşma yapıyormuşum gibi oyunları çok sık oynardım. Politikacı olmayı hiç düşünmedim. İleri 20'li yaşlarımda sosyoloji okudum ve dipten görme bir bilişimciyim. Artık ne oluyorsam ben özümde :-|


Ha bir de bizim köyün ezanından bahsetmek istiyorum.


Yemin Ediyorum ya. Vallahi Billahi Tillahi!.. Ben ömrümde hiçbir zaman.. Hiçbir yerde ezanın bu kadar güzel okunduğuna canlı olarak şahit olmadım. Kâbe İmamları, Ayasofya Ezanı ve saire, hakikaten esrarlı mânâlar barındırıyor.


Ama etrafı açık ve bütünüyle doğanın içinde olduğundan mıdır, bilemiyorum. Ne zaman ezan duysam elimdeki işi bırakır ezanı dinlerdim bizim köyde ya!


Özellikle 9-10 yaşlarında, artık dini bir kimlik yavaş yavaş oluşmaya başladığında bundan daha çok lezzet almaya başladım.


Kuran ve ezanı dinleyin Arkadaşlar. Farklı bir lezzeti, derinliği oluyor. Kuran Ziyafeti düzenleyen organizasyonlar buna "ziyafet" derken çok doğru söylüyorlar. Manevi bir hazzı oluyor Kuran ve Ezanın. Manen doyuyorsunuz. Yalnız kaldığınızda yavaş ve yüksek sesle Kuran okuyun. Anlayacaksınız ne demek istediğimi.


***

Bostanımız vardı. Sonradan sattık. Yaş ilerleyince çocukları evlendirmek için birçok malımızı satmak zorunda kaldık. Daha doğrusu biz, çocuklar istiyorduk bu malların satılmasını. Çünkü annem de babam da yaşlanıyordu ve kendilerini heba etmelerine yüreğimiz elvermiyordu. Mallar satılmazdan evvel defalarca "Bak baba bu malları satın. Biz bakamayız. Başka yere yatırım yapın yapacaksanız." dediğimi hatırlıyorum.


Şimdi bir tek AntepYolu kaldı. Bir de geçen yaz ben aldım bizim köyden "bir iki bir şey.." 


Burada kesiyorum. İki bölümlük bir yazı olacak. İnşaallah sonra devam edeceğim köyümü, köyde geçirdiğim anılarımı ve köyümle ilgili diğer insanları anlatmaya.


Saygılar, sevgiler, selamlar..

__

Rukiye EĞLENCE










0 comments:

Yorum Gönder