Merhabaaaa!!!..
Uzun soluklu bir yazıya hazır mısınız arkadaşlar, çünkü
içimde çok şey birikti. Rukshots bloguma ve Blog Sözlük’e kazıyorum günde yirmi
beş milyon aforizma ama onlar nasıl desem, daha anlık ve karşılaşılan krizi savuşturma şeklinde olduğundan
ruhumdaki akışı tam olarak yansıtamıyorum o mecralarda.
Yani insanın arada bir durup, kendini kısıtlayan tüm
uyaranlardan soyutlayıp, bütün bir dikkatle kendini bir şeylere adaması lazım. İlla yazmak anlamında
değil, mesela bir dostunuz olsun. Telefonu interneti bir köşeye fırlatıp o
dostunuzla saatlerce konuşabilin. Bu
ruhunuzdaki tortuların kazınıp silinmesi anlamında müthiş faydalı olacaktır.
Psikolojinin de önerdiği bir şeydir.
Herneyse.
Michel Foucault üstâdın Fransızca ana dilinde 70’li yıllarda
yazmış olduğu Kelimeler ve Şeyler(The Order of The Things – Lets Mots et les
Choses) isimli kitabın ikinci yarısını
(300-540. sayfalar) da okuyup kitabı bitirmiş bulunmaktayım.
Kitabın ikinci yarısı ve özellikle de son 50 sayfa öyle
vurdu, öyle şok etti ki beni! Direkt olarak söylemek istiyorum arkadaşlar
Foucault günümüzde dil-düşünce ufkunun maruz kalacağı tüm insanlık krizlerini
50 yıl önceden öngörebilmiş!.. Bunu
anlatmaya nereden başlayacağımı bilemiyorum inanın. Şu an, hepimizin de bildiği,
medyanın aşiftesi olan, siyaseti kendine kurban eden, siviller katlettiren bir
insanlık krizinin tam ortasındayız. Ve bunu Foucault 70li yıllarda
öngörebilmiş. Ve hatta bunun gerekli ve arzulanan, en azından kendi devrinin adamları açısından, bir
şey olduğunu dile getiriyor.
Diyor ki Foucault üstad “Kurallardan
ve bilimin hizaya getiriciliğinden o derece sıkıldık ki, söylemi çarpıtarak
dili de düşünceyi de hareket geçirmek, bilinci hareketlendirmek arayışı
içerisindeyiz.”
“Bunu biz
yapamayacağız, söylemin değiştiğini ve bilincin aktığını biz göremeyeceğiz. Ama
sonraki nesiller oraya doğru gidiyor.” diyor.
Hatta o kadar çok şok oldum ki, kitabın bir yerinde açıkça
üstat beyan etmiş: “Bu arayışın tehlikeli olduğunun farkındayım. Ama
biz devrin düşünürleri, bilimin kural koyuculuğundan, kozmostan, düzen
edebiyatı yapmaktan artık o kadar çok sıkıldık ki.” diyor. Yemin ederim
diyor bunu ya.
Dağınık anlatıyorum.
Doğrusunu söylemek gerekirse, kitabın ikinci yarısının beni
bu kadar “saracağını” hiç tahmin bile edemezdim. İlk kısımda, bildiğiniz üzere,
şeylerden bahsediyordu. Şeylerin
oluşundan. Şeylerin düşünce süzgecinden geçip kelimelerle ifade edilişinden.
Bense itaatkar bir öğrenci edasıyla müzmin-mutaassıp, okuyup anlamaya
çalışıyordum. Her kitabı kapatışımda aynı itirafı fısıldıyordum kendime: “Foucault burda şeylerden bahsetmiş.”
Fakat ikinci yarısında, olaylar, kızıştı, kızıştı ve kitabın
sonunda yazarın akıllara durgunluk veren ifşasıyla bitti kitap.
***
Şuradan anlatayım…
Kitap, son beş yüz yılın Avrupa’sını anlatıyor. “Belki daha eskilere gidilebilirdi.” diyor.
“Ama elimdeki imkânları ve dâhice zekâmı
kullanarak kitabı en erken 15. Yüzyıla kadar götürebildim.” diyor.
Ona göre 16 yüzyılda da şu an içinde olduğumuz gibi bir bilinç kaybı, eksensizlik hâkim olmuş.
17 yüzyılda Rönesans Hareketiyle
düşünürler, insanlığı maruz kaldığı menzilsizlik
krizinden başarıyla kurtarmışlar.
20. yüzyılda Rönesansın kurduğu düzen/kozmos artık o kadar
sinmiş ki aydın kesimin dimağına, sıkılmışlar. Bunun sonucu olarak, Foucault,
21. Yüzyılın aydınının, bu düzenden kurtulmak için bir dizi hamleler
yapacağının müjdesini veriyor(!) okuruna. İşte bizler, tam olarak bu müjdenin
mağdurlarıyız!.
Fakat deha Foucault, “Korkmayın” diyor. Nasıl ki 17. Yüzyıl
reformuyla insanlık kendi kurtuluşunu kendi eliyle tayin ettiyse, geç 21.
Yüzyıl insanı da bu gidişatın akıl kârı olmadığını fark edip II. Rönesans benzeri bir müdahaleyle
insanlığı ikinci bir karanlık çağından kurtaracak, diyor.
Kendi bilgilerimle ulamak istiyorum üstadın bu öngörüsünü.
Biliyorsunuz ki Boomers 2000li yılların insanını X-Y-Z kuşaklarına ayırdı.
Bendeniz 89 doğumlu biri olarak Y kuşağına mensubum.
Ablalarım, ağabeylerim, 70liler
X kuşağı… 2000 sonrası ise Z kuşağı. Yani benim yeğenlerim…
Şu şekilde alıntı vereyim:
· • 1963-1981 arasında doğanlar X Jenerasyonu
· • 1981-2000 yılları arası doğanlardan oluşan Y
· • 2000-2010 yılları arası Z
· • 2011’den sonrası Alfa.
30 yaşında olduğumu hesaba katarsak, benim yeğenlerimin
çocukları, yani şu an 0-5 yaş arasılar ise Alfa
Kuşağı olarak kayda geçti. İşte yapılan araştırmalar, Alfa kuşağının sakin,
uysal, yapıcı, bilgelik ve erdem dolu bir nesil olacağından bahsediyor. Öngörüm
odur ki, şu an içinde bulunduğumuz karanlık çağı elleriyle yırtıp atacak ve II.Rönesansı başlatacak olan işte bu
alfa neslidir. Zira X ve Z ile aramızda aman aman bir fark yok gibi (Y kuşağı
olarak söylüyorum).
Ancak yeğenlerimin çocuklarını incelediğimde inanın o
bilgeliği, sinmişlik ve oturmuşluğu mizaçlarında görebiliyorum. Zira internet
tarafından her yerden kuşatılmış olduklarının bilinciyle yaşıyorlar. Onları bu
şekilde yetiştiriyoruz. Düşünün, WarnesBros film setinin hep evimizin içinde
yaşadığını. Hiçbir hata yapmayız değil mi. Her şey her anlamda kusursuz ve
bilgece olur. İşte Alfa böyle bir gerçekliğin
meyvesi olacak.
Söz konusu internet tarafından kuşatılmışlık olunca şunu da
eklemek istiyorum: Bizler, özellikle de
Y-Z kuşağı da farkındayız kuşatılmışlığımızın ve izlenerek yaşamayı öğrenmemiz
gerektiğinin. Ama buna hazırlıksız yakalandık ve bir şekilde bu gerçeği
inkar etme-yadsıma eğilimindeyiz. Alfa kuşağıyla aramızdaki fark bu işte. Onlar
inkar etmiyor gibi davranıyorlar. Şu an kendileriyle bunu akıl nispetinde
tartışamayacağımız kadar küçükler. Ama dediğim gibi, kendi yeğenlerimin
çocuklarını izlediğimde.. çok şey görüyorum :-|
***
Yazdıklarım 700 kelimeyi geçti ama ben kitabın doğrusal
içeriğinden bahsetmeye henüz geçemedim. Bağışlayın. Biliyorsunuz dilim bir
açıldı mı aklıma gelen her şeyi söylüyorum. Bu hafifmeşrep üslubum beni
akademik olmaktan uzak kılıyor. Ama bunu biraz da, kendi blogumda kimseyi gücendirme
kaygısı duymadan(?!) yazdığım için bu kadar rahat yapabiliyorum. Ama yine de
bağışlayın.
Kitabın İkinci Yarısı
Kelimeler ve Şeyler kitabının 300üncü sayfasından sonra
sırasıyla şu başlıklar ele alınmış: Emek, Hayat, Dil, Ampirik ve Aşkınlık,
Cogito ve Düşünün Sınırları, Söylem ve İnsan Varlığı, İnsan Bilimleri, Tarih,
Psikanaliz.
Yani kitabın ilk yarısında daha çok bize şeyler yoluyla düşünmeyi öğreten
Foucault, ikinci bölümde esas meseleye gelerek insanı tanıtıyor; tarihi, antropolojisi, psikoloji ve etnolojisiyle
birlikte. Sanki bir şekilde “Öğrendiğin
şeyleri insanı anlamak için kullanmalısın.” diyor.
Temsilin Sınırları
Bu anlamda tarihte temsilin nasıl bir mahiyet üstlendiğini
anlatarak başlıyor kitabın ikinci yarısında anlatmaya.
Ona göre 16. yy’ın bilgi retoriği cesurca 17. yy’ın
kalıplarını kırmış ve ne var ki yeni bir kalıba oturmuş. Foucault, yukarıda
bahsetmiştim, daha çok kalıpsızlık
arayışında bir güruha mensuptur.
Bu anlamda 19. yy’ın temsil misyonunda ise daha çok
modernizm akımının estetik/güzel arayışını görürüz. 20. Yy’ın postmodernizmi ise
aykırılığın/sürrealizmin bilgi nesnesini sunar insana.
Yazar ampirik-aşkın paslaşmasından o kadar çok bahsediyor ki
kitabında, çekinmese aşkını bilimin jargonu hâline getirmeye çalıştığını
düşünecek oluyorsunuz. Ama ki bu bilimi katleder, bilginin
geçerlik-güvenirliğine feci bir darbe vurur. Yani ampirik bilgi, bilgi nesnesinin altını anlık verilerle ve kendinden
içkin olarak doldurması anlamına geliyor. Yani bilgiyi günlük psişelerimize yol
vererek daha kendiliğindenliğe dönüştürelim, diyor.
Bir sosyal bilimci için bunu önermek inanın dile kolaydır.
Fakat fizik-astronomi gibi pozitif bilim adamları buna şiddetle karşı
çıkacaktır. Şahsım, sosyal bilimciyim. Fakat bu rastgeleliğin bir ucu bana
dokunduğundan olacak, ben de açık yüreklilikle “bilgi nesnesi ampirizm-aşkın” olmasın diyerek kendi yönümü
belirtiyorum sonsuza kadar. Boşverin. Bilen bilir. İçi beni yakar.
Ayrıca yazar ampirizmi sınırlandırdığı için tarihi suçluyor.
Ona göre tarih, bilgiyi bir düzene hapsediyormuş. Yine aynı tarih, felsefeyi de zaptü rapt altına almış ve onu hep
kendi bulguları doğrultusunda konuşmaya zorluyormuş. Buraya Foucault’nun da bir
tarihçi olduğunu not düşeyim. Kendi alanını böyle açık yüreklilikle kritize
edebilme cesaretini gösterdiği için kendisini tebrik ediyorum.
İlerleyen sayfalarda temsilin ucu bir şekilde
“takas-mübadele” hukukuna yeniden dayanıyor. Zira temsil ettiklerimize değer
biçeriz, değeri nispetinde arzularız nesneleri. Her arzu nesnesi bir değere
işaret eder ve eğer o değer bizim ihtiyaçlarımıza cevap veriyorsa onu başka bir
metayla “takas ederiz”. Bu aynı zamanda iktisadın da temel kanısı öyle değil
mi?
Varlıkların Örgütü
Foucault’ya göre varlıkları örgütleyebilmemiz için öncelikle
onları adlandırmamız
gerekir(taxinomia)… Örgütlü varlıklar hiyerarşik bir düzen içindedir. Tıpkı
doğanın kendinden bir düzen ve hiyerarşi içinde olması gibi. Burada örgütlenme
kavramını “temsilci doğa” üzerinden
anlatıyor.
Örgüt içerisindeki her varlığın bir işlevi vardır. Zira
işlevsiz varlık, örgütte yer almayacaktır. Ve varlığın örgüt kimliğine uygun
davranması için işlevine haiz olması zorunludur. Bu anlamda lafı dönmüş
dolaştırmış “yapısalcılık” teorisine
getirmiş. Yani işlevli olan her varlığın bir yapısı vardır(structuralism).
Her yapının da bir biçimi
vardır diyor üstat. Sohbet böyle ilerliyor - Biçim muhabbetine girmek
istemiyorum şimdi. Zira ki bir ucu sanata
dokunacak :-|
Metindeki sirkülasyonu kurabiliyorsunuzdur umarım. Bu
kavramların ne ifade ettiğini bilenler için yazım daha anlamlı hâle gelecektir
şüphesiz. Ancak şu an yapmaya çalıştığım, kitaba dair bir genel kanı kurdurmaya
çalışmak sizlere. En az kitabı benim kadar okumuş gibi olmanızı sağlamak için
çabalıyorum. Ama bunu yaparken oldukça spontan bir bir jargonda ilerlediğimin
farkındayım.
Sınıflandırma
Grup/sınıf kavramından bahsediyor mesela. Ona göre örgütle sınıf aynı şey değildir. Örgüt çoklu
işlevselleri bünyesinde barındırırken, sınıf daha çok benzerleri bir araya
getirir; karakteristik olanları.
Aynı karakterde ve benzer adlandırılışta olanları. Bu anlamda sınıfsallıkla
adlandırılış arasında organik bir bağ görüyoruz varlıklar arasında. Yani bir
varlığın adlandırılışı, onun ait olduğu
sınıfın niteliklerinden bağımsız değildir. Maalesef ki evet.
***
İnanın o kadar yoğun bir kitap ki, kitabı bin - iki bin
kelimeyle geçiştirmem bu kitaba haksızlık olacak. Ama ki yazı uzuyor ve sizleri
sıkmak istemiyorum. Eminim en az beş kişi bu yazımı sonuna kadar okumayı
deneyecek.
Bu ilgi ve hassasiyetinizin şahsımı onurlandırdığını
bilmenizi isterim. Fakat lütfen bana olduğumdan daha fazla anlamlar yüklemeye
kalkmayın. Zira ki sonra bu “anlamın” altında karınca gibi eziliyorum.
Kelimelerin Bükümü ve
Gramer
Kelimelerin bükümü, sözcük köklerin çeşitli ses oyunları ve
tonlama farklılıklarıyla anlamı
değiştirmesi demek oluyormuş. Foucault’ya göre dildeki değişim kaçınılmaz
ve bunu gayet olağan bulmuş kitabında. Ben dilin
değişimine karşı olanlardanım. Dil değişirse geçmiş - bugün ve yarın birbirini
anlamayacak ve hep tesbih böceği gibi aynı hataları yapmaya devam edip
duracağız. Sonra da “bu medeniyet niye
hiç ilerlemiyor” diyorlar.
Ben susayım.
Dillerin yanlılığı
diye bir şey var mesela: İşte yakın coğrafyalardaki dil ailelerinin birbirine
yakınlığı kastedilmiş. Türkçe Özbekçe ve Azerice dilleri yanlı dillerdir
mesela.
İngilizce, Fransızca, Latince yine benzer yanlılıktadır.
Arapça, Farsça, İbranice mesela…
***
İdeolojinin,
eleştirinin bir ürünü olduğundan ve kendine bir epistem alt yapısı kurduğundan
bahsetmiş. Yani her ideolojinin bir bilgi birikimi/bilgi havuzu vardır,
olmalıdır.
Ricardo, Cuvier gibi düşünürlerin “emek-hayat-dil” üç
boyutlusunu nasıl tanımladığından bahsetmiş. Ricardo bu üçlüyü ticaret
hukukunun parametrelerini kullanarak açıklerken Cuvier doğanın ve organikliğin
metaforlarından yararlanmış. Burada Cuvier’in organiklik metaforunu okurken tek
kelimeyle hayran kalmıştım. Ya
Cuvier çok zekiymiş ya da Foucault onun fantazmını çok güzel özetlemiş,
bilemiyorum ama, hayat-dil çift boyutlusu, doğanın yaşayan organikliğinden
başka bir şeyle bu kadar güzel anlatılamazdı diye düşünüyorum.
Bopp hayata dair bir çözümleme yapılırken dilin gramer
kurallarının incelenip arkeolojik bulgularının analiz edilmesi gerektiğini
savunmuş. Söz dilin arkeolojisini kurmaya gelince Saussure’u da anmış üstat.
Saussure, bilirsiniz söylembilimcidir.
Yani “Bopp dilin arkeolojisini kuralım
diyor ama Saussure’a göre dil devingen ve bilincin akışından etkilenen bir
yapıdadır” diyor.
Sonluluğun
Kaçınılmazlığı
Tarih sonludur Foucault’ya göre. Ama felsefe ve dilin
yüklenimiyle bu sonluğun sınırları zorlanmalıymış. İşte bu zorlamayı bu zamana kadar en cesurca başarabilen düşünür “tanrıyı
öldüren” Nietzsche’dir.
Tarihten bahsederken insan hayatını da anlatıyordu Foucault;
insanın doğumu, yaşam maceraları, hataları, tecrübeleri ve ölümü. İşte
sonluluğu, ölüm metaforu üzerinden anlatmış. İnsan doğası gereği sonludur,
kökeninden kurtulamaz. Bir gün toprak
olunca, bu sona çaresizce mahkûm olup tarihin yok edici acımasızlığında
boğulacağını bilir.
Aynı zamanda yine aynı insan, tarihin hüküm süren kökeninde
yok olmamak için sonsuzluğa ulaşması gerektiğini de bilir. Fakat işte o
sonsuzluğa bir türlü ulaşamamış. Bu anlamda sonsuzluğa en cesur açıklamayı
getiren, “Tanrı öldü” diyen ve
tanrının dayattığı her şeyi reddeden Nietzsche olmuştur.
Bu arayışı insan ufkunun evrimsel var oluşu olarak tanımlıyor Foucault. İnsanlık, tarihin
kökeninden kopamayarak ama ona meydan okuyup, adım adım kendi evrimini
yaşamış/yaşamaya devam etmektedir.
Cogito ve Düşünülmemişi düşünmenin
gizeminden bahsetmiş. Bu anlamda felsefe ve birtakım filozoflara sık sık
atıfta bulunuyor.
Foucault’ya göre bu zamana kadar çok insan çok şeyi düşünmüş ama yine de insanlık
düşünülmemişi aramaktan vazgeçmemeli. Zira onu insan kılan da bu arayışın
kendisidir. Yani düşündüğü sürece vardır insan, diyor. İnsanı insan yapan, onu
var yapan ancak bu düşünce etkinliğidir,
diyor - Descartes’ın “Cogito Ergu Sum(düşünüyorum
o hâlde varım)”unu açıklıyor gibi hissettim kendimi şu an - Bu adamlar hep
aynı yerde gezmiş : -)
Psikanaliz ve
Etnoloji
Bu anlamda Foucault Tarih’in, sınırlarından psikanaliz ve
etnoloji çözümlemeleriyle bir nebze olsun kurtulabileceğinden bahsetmiş. Ama
ayrıntıya girmeyeceğim. Bir tarihçi olarak Foucault’nun, psikanaliz ve
etnolojiyi(kültür bilimcilik) öncelediğini, tarihi sığ ve katıksız gördüğünü rahatlıkla
görebiliyorsunuz kitabın o sayfalarını okurken.
Foucault’ya göre psikanaliz ve etnoloji tarih gibi bir bilim
dalı değil, insanı arayış
etkinliğidir. Psikoloji insan bilincine dokunurken, etnoloji toplumların ana
damarlarına nüfuz etme eğilimindedir. Bu eğilimler, psikanaliz ve etnolojiyi
özgür kılmış ama akıl almaz tespitlerde bulunmasına izin vermiştir ki bu bir
anlamda tehlikeli olabilir.
Açıkça uyarıyor araştırmacısını: “Eğer bilimsel bilgi üretmekse niyetin, psikanalizin pratiklerini yok
saymalısın zira o insana dair zaaf olan ne varsa hepsini ortaya koyar ve senin
ilerlemene ket vurur.”
Bitirirken..
Foucault kitabını insan
bilimlerinden bahsederek bitirmekle, okuyucusuna nazik bir jestte bulunmuş.
Adana kebap ardından sütlü tatlı yemiş gibi oluyorsunuz. Özellikle de kitabı
okuyan bir sosyal bilimciyseniz.
***
İngiltere’de yaşayan bir tarihçi arkadaşa inatla başladım bu hacimli kitaba. Bu
kadar zevk alarak okuyacağımı tahmin etmemiştim. Hatta kitabın son sayfasını
okurken bitiyor diye üzülmüş dahi
olabilirim. Yani, inat iyi değildir derler ama bende işe yaramışa benziyor.
İngiliz arkadaşla barıştık mı diye soracak olursanız, sanırım içimin ateşi
geçsin diye bin sayfalık yeni bir kitaba daha başlamalıyım. Ya da ttnet
aboneliğimi sonlandırayım. Bilemedim. Bok arkadaşlar. İlişkimiz bok!..
Kitabı okurken, restimonials bloguma özellikle alıntı eklememeye söz verdim kendime.
Yine de ekledim, ama çok az. Zira laf lafı açar ucunu yakalayamam diye korktum.
Kitap o kadar derin ki, bir başladınız mı herhangi bir ayrıntı hakkında
konuşmaya, lafın sonunu getiremiyorsunuz.
Homo An Ekonomikus
Bir de kitabı okurken emin oldum: Ben iktisat konuşmaktan hoşlanmayan
biriyim.
Sosyoloji okurken ve mezun olduğumda kendime sık sık
soruyordum: “Ben bu ekonomiden anlamıyor
muyum? Kafam basmıyor mu?” diye. Fakat Foucault’nun kitabında ekonomiyle
ilgili kısımları gayri ihtiyari zihnimde tasavvur edebildim ve fakat bir an
önce o sayfaları bitirmek istedim, anlıyor musunuz. Yani demek ki, dedim, ben ekonomi sevmeyen bir insanım - Okul döneminde
de maaş yattığını hep okuldaki arkadaşlardan öğrenirdim. Bu ikisi birbirini doğrulayan
önermeler.
***
Kitap bitti. Özetini iki başlık halinde sizlerle paylaştım
ama yine de bir şeyler eksik kalmış
gibi hissediyorum arkadaşlar. Bundan bir sene önce sağdan soldan Michel
Foucault’ya hayranlık duyan
insanlara rastlardım.
Son bir sene içinde üstadın beş kitabını okudum ve şu an
tüm açık yürekliliğimde söylüyorum ki ben Foucault seven bir okurum. (Lütfen
çarpıtmayın!)
Yeni yazılarda, mutlu yarınlarda görüşmek üzere arkadaşlar.
Sizlere tavsiyem, gündemde olan saçmalıkları çok takmayın.
Bir gün hepsi bitecek ve bu konuşulanlar unutulacak. Bunlar yaşanırken ne kadar
erdemli ya da erdemsiz oluşunuzsa yanınıza
kâr kalacak. Herkes kendi kaderini yaşar. Kimseye öykünmeyin. Kimsenin sizi
yönlendirmesine izin vermeyin. Unutmayın bizler müslümanız ve ahirette bu
yaptıklarımızdan “hesaba çekileceğiz”
___
Saygılarımla,
Rukiye Eğlence.
0 comments:
Yorum Gönder